16 Aralık 2020 Çarşamba

bu, böyledir: daha iyi, iyinin düşmanıdır

2017 yılından sonra hayatta hiç iyi bir şey olmadı gibi geliyor.

2017 yılının -neredeyse- tamamını o kadar güzel hatırlıyorum ki, şu an içinde olsam nelerden nasıl şikayet ederdim merak ediyorum. Ya da daha genel bir soruyla, acaba o günlerin herhangi birindeyken kafamı en çok neye takıyordum, neye üzülüyordum? Kusursuz mutlu olmam ihtimal dahilinde değil çünkü.

2017, Mayıs'ın 3'ü. Fil hafızalı olduğum için böyle alakalı alakasız bir sürü olayın tarihini hatırlıyorum. Radyo Boğaziçi'nin müzik ödül töreni var BÜMED'de, büyük ihtimalle yakın arkadaşlarımdan biriyle (Duygu'ydu zannediyorum) ders çıkışı gitmişiz, havalar güzelleşiyor, bahar gelmiş, keyfime diyecek yok. Üzerimde ne olduğunu bile hatırlıyorum, inanılmaz saçma bir insanım. Siyah-beyaz kareli bir gömlek, tayt ve Oxford ayakkabı giyiyorum. 2017 yılının 2. dönemi lisans hayatımda geçirdiğim en güzel dönemdi. Sevmediğim tek bir dersim yoktu ve kendimi biraz Siyaset, biraz Sinema öğrencisi gibi hissediyor, üstüne bir de tiyatro ve heykel dersleri alıyordum.

O gün o törende pek beklemediğim bir şey oldu. Yıllardır görmediğim ve pekala saygı duyduğum birisi, tören bitiminde tesadüfen karşılaşınca ayaküstü "Neler yapıyorsun?" diye sordu bana. Ne cevap vereceğimi düşünmeme bile fırsat kalmadan ortalığı bir hengame götürdü, kalabalık, itiş kakış derken o soru cevapsız kaldı. O birkaç saniyede düşünüp cevaplayamadım neler yaptığımı. Ne yapıyordum? Okuyorum işte, hani üniversite ya burası, midterm'leri atlatmışız, dersler bitecek iki haftaya, arkasından hemen finaller gelecek filan. Ama neler yapıyorum sorusunun cevabı bunlar mı, bilmiyordum. Yani üniversitede üçüncü sınıftayım, programım Sinema ve Siyaset dersleriyle dolu, bu arada İspanyolca öğrenmeye başlamışım, boş zamanlarımda heykel atölyesine gidiyorum, üstüne TEGV'de gönüllü eğitmenlik yapıyorum haftanın bir günü. Deli gibi izliyor, okuyor, yazıyor, geziyorum muhtemelen. Ama sevdiğim, değer verdiğim bir insan karşıma geçip öylesine, art niyetsiz "Neler yapıyorsun?" diye sorunca bunlar aklıma gelmiyor, böyle CV anlatır gibi hayatımın odağında neler olduğunu söyleyemiyorum. Bakıyorum öyle suratına, soruyu tekrarlıyorum belki dışımdan: "Neler yapıyorum?" Yani bilmem ki, bir şey yapmıyorum galiba. Arkadaşlarım neler yapıyorlar acaba? Kesin onların böyle hazırlıksız yakalandıkları bir soru karşısında verecek upuzun cevapları vardır, onlar mutlaka bir sürü şey yapıyorlardır. Hayatıma hoşgeldiniz.

Hiç abartmıyorum, bu cevap veremediğim "Neler yapıyorsun?" sorusu ve sonrasındaki beş saniyelik 'kalabalık içinde sürüklenme' zaman dilimi üzerine günlerce düşünüp hayatımın beş para etmezliği konusunda kendimi sorguladım, minik depresyonlara sürüklendim, hiçbir şey yapmadığıma dair herkesi ikna ettim ve yana yakıla yapabileceğim bir şeyler aradım. Zira dediğim gibi, üçüncü sınıfı bitiriyordum ve bütün arkadaşlarım yurt içinde/yurt dışında stajlar, kurslar, work & travel'lar kovalayarak verimliliğin ve 'işe yararlılığın' dibine vuruyorlardı. Bense ders çalışmadığım ya da tiyatro oyunu izlemeye gitmediğim zamanlarda yurt odamda oturup bazı sevdiğim şeyler üzerine eleştiri yazıları filan yazıyordum. İşe yarar bir şey yaptığım yoktu anlayacağınız.

Cevap veremediğim "Neler yapıyorsun?" sorusundan birkaç gün sonra, bir akşam Ece'yle Beşiktaş'ta şarap içmeye gitmiştik. Şarap içmeye gitmiştik dediğim yer Misket. Yıllardır hiç uğramadım ama pandeminin neden olduğu yoksunluktan olacak, şu an çok tatlı bir bahar akşamı etkinliği gibi göründü gözüme. Keşke dersten çıkıp bir anlık kararla Hisarüstü'nden 559C'ye binsek ve o iğrenç Cuma akşamı trafiğinde Beşiktaş'a varmamız saatler sürse. Eski normalde böyle ekstra sıradan aktiviteler yapardık. Neyse, o akşam kütüphaneden Yıldız Ecevit'in Ben Buradayım kitabını almıştım, çünkü muhtemelen tiyatro dersinde konu Oğuz Atay'a gelmişti ya da ben tamamen tesadüfi bir şekilde Tehlikeli Oyunlar okuyordum o sıralar, Poyraz Karayel yeni final yapmıştı falan filan.

Bu ayrıntı da şöyle yer ediyor zihnimde: Okul sonrası sırt çantam o kadar dolu ve ağır ki kütüphaneden aldığım kitabı çantama sığdıramadığım için bütün akşam elimde taşıyorum. Otobüste kucağımda, Misket'te otururken kucağımda, dönerken kucağımda. Ece'yle masada otururken bir selfie'miz var, elimde kitabı tutup kameraya gösteriyorum. O akşam Ece bana diyor ki, o soru laf olsun diye sorulmuş bana, "Neler yapıyorsun?" diye, öylesine, cevap bile beklenmemiş yani aslında. Belki öyle, doğru. Ama olsun, ben cevap veremedim ya, bu inanılmaz dert oluyor içime, bir türlü geçmiyor. Bir şeyler yapmam lazım ki bir şeyler yapıyorum diyebileyim. Birisi tekrar gelip bana "Neler yapıyorsun?" diye sorarsa, şunu şunu yapıyorum, diyebileyim.

O yaz ilk stajımı yaptım İstanbul'da, hatta iki tane. Birincisi ana akım gazetelerden birinde, Dış Haberler departmanında, diğeri de bilindik bir STK'da. Kaç kez Kilyos'a yüzmeye gittim, Bebek Havuz'un hakkını verdim... Bir hafta sonu annemle Akçay'a gittik bir arkadaşının yazlığına, stajlarım bitince Budapeşte'ye, oradan Viyana'ya. Sonra birkaç hafta Adana'da kaldım, dayımlarla yazlıkta takıldım, mis gibi bir yaz geçirdim. Düşününce rüya gibi. Hem bir sürü şey yapmışım, "Neler yapıyorsun?" sorusuna verebileceğim cevaplar var, hazırlanmışım bu soruya. Hem de gerçekten güzel vakit geçirmişim, bir sürü şey öğrenmişim, gezmişim etmişim. Sonra Eylül geldi, okullar açıldı. Yine keyfim yerinde, en yakın arkadaşlarımdan biri Erasmus'a gitmiş ama en yakın zamanda ziyaret edeceğim onu. İspanyolcaya devam ediyorum, Neorealism & Magic Realism in Cinema diye bir dersim var, Fransız Devrim Tarihi filan alıyorum yani daha ne yapabilirim ki? 2017'nin sonbaharı. Gelin şimdi sorun "Neler yapıyorsun?" diye, diyeceğim ama kesin yine cevap veremem ve günlerce ben hiçbir şey yapmıyorum diye depresyona girerim.

Geleceğim nokta şu: 2017 çok güzel bir yıldı, çok mutluydum ve hayatımdaki şeylerle tatmin oluyordum. Yapmak istediğim ya da yapabileceğime inandığım şeyler vardı, veya en azından ne yapmak istediğimi bir gün bulabileceğime dair umudum. Şu an bunların hiçbiri yok. Belki bana öyle geliyor, belki tamamen pandeminin suçu, gerçekten bilmiyorum ama herhangi bir konuda tatmin olmak nasıl bir histi, bunu hiç hatırlamıyorum. İnsanlar bugün bana hâlâ "Neler yapıyorsun?" diye soruyorlar. Öyle art niyetli filan değil, dümdüz, laf arasında, öylesine. Uygun bir cevap verebilmek için uğraşıyorum. Sahi neler yapıyorum? İçinde olmaktan hiç hoşlanmadığım bir iş hayatım var, aylardır evden çalışıyorum, öğle arasında sahile inip yemek yerken insanlarla sohbet etme ya da kahve arasında dışarıda iki tur atma imkanım yok. Mesai çıkışı arkadaşlarımla buluşup Misket'e şarap içmeye gidemiyorum mesela. Konser, tiyatro, sinema, bunlar zaten tamamen hayal oldu. Günlerimi bilgisayar başında mail atarak, Excel dosyaları içinde kaybolarak ya da dizi izleyerek geçiriyorum. Hatta öyle çok dizi izliyorum ki "ben artık dizi izlemek değil, dizi olmak istiyorum" cümleleri kuruyorum. Keşke gerçekten dizi olsam bu arada.

Her an her yerden gelebilecek "Neler yapıyorsun?" sorusuna vereceğim cevabı geliştirmek için de bir şeyler yapıyorum ama. Bu konuya özel olarak hazırlanıyorum. Mesela, karantina dönemimin son verimliliği, resmiyetteki ilk kitap çevirim yayımlandı kısa bir süre önce. Bakınız, söyleyecek ekstra bir şey.

"Neler yapıyorsun?"

"Ya, ne yapayım işte, karantina dönemi, evdeyim hep. Geçenlerde bir kitap çevirdim ama, o yayımlandı. Politika, demokrasi filan, öyle bir şeyler."

Sonra, beklenmedik bir anda GETEM için kitap seslendirmeye karar verdim. Bu şöyle oldu: Birkaç hafta önce çok iyi bir iş teklifi aldım ama sırf İstanbul'a dönmem gerekecek ve vakaların pik yaptığı pandemi döneminde stüdyolara, ofislere tıkılacağım diye teklife hayır dedim. İnsanlar çok şaşırdı. Bazıları o kadar da şaşırmadı muhtemelen ama şöyle bir akıllarından geçirmişlerdir her türlü. Kendimi, bu teklifi reddetmem üzerinden uzun uzun sorgulamaya başladım. Tamam, pandemi geçerli bir neden ama acaba başka şeyler de mi var? Birileri laf arasında dedi ki, çok da çalışmak istemiyormuşum aslında, ondan reddetmişim. Görece uzun süreli bir mutsuzluğun ardından kendimi, tembel olmadığım konusunda kendime kanıtlamak için bir başka ciddi ve vakit alan aktiviteye giriştim. Sekiz yıl sonra kendimi GETEM için kitap seslendirirken buldum.

"Neler yapıyorsun?"

"GETEM'i biliyorsun? Hah evet, yeni bir kitap seslendirmeye başladım ben de. Tembel değilim yani aslında, sadece kötü bir dönemden geçiyorum. Pandemi filan, biliyorsun. Vakitleri değerlendirmek lazım böyle."

Bu örnekler böyle çoğaltılır. Master başvuruları yapmaya geri döndüm mesela. Muhtemelen bir ya da iki tane okulun maksimum iki bölümüne filan başvuracağım ama önemli olan zaten başvuruyorum diyebilmek. İş başvuruları yaparken de böyle davranıyordum aynı şekilde.

"Neler yapıyorsun?"

"Birkaç yere başvurdum işte, onlardan dönüş bekliyorum. Belli olsun da duruma göre bakacağım."

Hayatta gerçekten istediğim şey bu mu, ne yapmayı hayal ediyorum, gelecekten neler bekliyorum, bunların bir cevabı yok artık. Olsa da önemi kaldı mı emin olamıyorum, zira kendimi insanların gözünden izlemeye o kadar alıştım ki kendi hayatımın neresindeyim bilmiyorum. Hayatımın merkezinde ben yokum çünkü, bu çok açık. Ne yapmak istediğimi bulmaya dair bir çabam da yok. Birkaç hafta sonra 26. yaşımı dolduracağım, saçma sapan bir durum. Hâlâ muazzam büyüme sancıları ve varoluş bunalımları yaşıyorum. Bu hisler üniversiteyi bitirince yok olur sanıyordum ama hiç öyle olmadı. Okulda olduğum zamanlardaki kadar bile mutlu değilim, o dönem çok daha tamam hissediyordum kendimi. Şimdiyse hiç olmadığım kadar kaybolmuş durumdayım. İki nesil önce insanlar benim yaşımda üçüncü çocuklarını doğuruyorlardı, ben "Hmm, acaba bu hayattan tam olarak ne istiyorum?" diye soruyorum. Üstelik cevabım da yok.

Kıssadan hissem şu: Başarı ve verimlilik takıntısı insanı mahvediyor. Geçenlerde Arzu söyledi, "Daha iyi, iyinin düşmanıdır." Voltaire'in sözüymüş. İnsanın kendi hayatında bile son sözü söyleyen olamaması baya zavallı bir durum, acınası, inanılmaz problematik. Sürekli yönlendirmelere ve mentorluğa ihtiyaç duymak, ben ne istiyorum diye soramamak, bu soruya cevap vermekten korkmak, duyacağın cevaptan korkmak, ipleri eline almaktan, hata yapmaktan korkmak, hatta hatalarının sonuçlarına katlanacak kadar cesur olamamak... Birileri "bu, böyledir" dediği için bunun böyle olması gerektiğine kanaat getirmek, bir hedefte karar kılmak çok riskli olduğu için de insanların hedeflerini gözlemleyip kendi hedeflerin diye bunları benimsemek. Yazınca olduğundan daha korkunç göründü gözüme. Tutunacak bir dal bulamayınca başkalarının dallarına göz dikmek kısacası. Tutturacak bir hedef bulamayınca başkalarının hedeflerine göz dikmek. Muhteşem bir insanım.

"Neler yapıyorsun?" sorusuna nasıl cevap versem de insanlara bazı durumları kanıtlasam diye düşünmek çok yorucu. Daha yorucu olansa bunu düşünerek bile yapmıyor olmak, bayağı istemsizce benimsemek bu durumu. Ben yaptıklarımı, planlarımı, kendimi mecbur hissettiğim için uğraştıklarımı CV doldurur gibi anlatmak istemiyorum insanlara. Hatta belki çalışmak bile istemiyorum şu an gerçekten, tembel olmak ve sonuna kadar tembelleşmek istiyorum. "Neler yapıyorsun?" sorusu karşısında "Bütün gün yataktan çıkmayıp Masumlar Apartmanı izliyorum" demek ve bunun o an için sürdürülebilir olduğuna inanmak istiyorum.

8 Ekim 2020 Perşembe

pandemi + varoluş bunalımları son sürat devam!

Hellö! Cumartesiye çeviri yetiştirmem gerekiyor ve an itibariyle çalışıyor olmalıydım ama pandemi sürecinde verimli herhangi bir şey yapmak konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyorum. O yüzden burada boş yapacağım biraz, neden çünkü çalışmak istemiyorum, moralim bozuk ve de artık herkesin bildiği üzere günlüğüm İstanbul'da.

Birkaç aydır İstanbul'u çok özledim diye ağlanıyordum ama o kadar da özlememişim sanırım. Olur da işe/ofise gitmemiz gerekir, böyle sabahın köründe güneş daha doğmadan uyanmak zorunda kalırız, metrolara otobüslere filan binerek 6574839 insan arasında maskelerimizin bizi korumasını umarız, haftanın 5 günü 8 saatimizi plazalarda kapalı kapılar ardında geçiririz diye ödüm kopuyor. 2020 Ocak'ındaki Nazlı'ya şunları söylemek istiyorum: 3 aylık yaz tatili hayalinin gerçek olması korkunç bir şeydi, 3 ay değil neredeyse 7 aydır saçma sapan bir sözde-karantinadayız ve miskinlik o kadar sinir bozucu bir şey ki, fark etmeden bir defa içine girince geri çıkmak imkansız bir hal alıyor. Yani, ne dilediğine dikkat et, hiçbir şey asla hayal ettiğin biçimde gerçekleşmiyor. 4 aydır Adana'da yaşadığım fanus hayatının 2015 yılının yaz tatilindeki huzurla çok alakası yok, yani tamam evde olmak gerçekten güzel (sandığımdan daha ciddi bir asosyalmişim), evden çalışıp para kazanmak falan da harika ama bunun ne tür bir dönüşü olacak hayal edemiyorum. Dönemeyiz çünkü ya, mesaiden 5 dakika önce uyanmaya acayip alışmadık mı? Benim bu saatten sonra yollarda sürünüp toplantı odalarına kapanmamın imkanı yok. Zaten anlamı da yok, evden çalışıp yaşamaya devam edebiliyorsak İstanbul'da kira ödememizin de anlamı yok. O kadar saçma ki, şirketler teker teker tam zamanlı home office düzenine geçse ve Antalya'ya filan taşınsam istiyorum. Senede birkaç sefer, birkaç günlüğüne İstanbul yeter de artar bile. Deprem derdi yok, fahiş kira derdi yok, trafik, kalabalık, gürültü, kirli hava, bunların hiçbiri yok. Hayır zaten dışarı da çıkamıyoruz, İstanbul'u özlemenin bir anlamı da yok. Böyle saçma ikilemler içerisindeyim çünkü 5 aydır oturmadığım evin kirasını, aidatını, internetini ödüyorum. Saçmalık ötesi. Bir yandan da ömür boyu home office düzenine geçsek ve illa İstanbul'da yaşamak istesem, neden gidip Kemerburgaz'da falan yaşamayayım diye düşünüyorum. İnsanlar böyle böyle merkezden uzaklaşıp yeşilin içine taşınıyor sanırım zira haftanın her günü gideceğiniz iğrenç bir beyaz yaka işiniz yoksa Levent'te evinizin olmasının da bir anlamı sahiden yok. Bu yüzden, herkesin tek başına oturduğu 2+1 evleri normalize edelim istiyorum (konuyla hiç alakası yok ama burası önemli). Neyse, evimi boşaltsam mı ne yapsam diye düşünüp durduğum bir dönemdeyim çünkü ofise dönmeye hiç niyetim yok. Öyleyse İstanbul'a dönmeme, üstelik kışın karın soğuğun ortasında dönmeme hiç gerek yok. Sonuç olarak neden böyle yaşıyorum, diye söylenip duruyorum. Dolayısıyla herhangi verim dolu bir meseleyle de iştigal edemiyorum. Günlerim böyle geçip gidiyor.

Kışı atlatsak ve her şey normale dönse bile, alıştığımız veya hâlâ alışmaya çalıştığımız bu düzenden kopabilecek miyiz diye kafa yorup duruyorum. Henüz bir cevabım yok. Bildiğim tek şey, pandemide her şeyin normalden kat kat zor olduğu. O yüzden evde durmak da, dışarı çıkmak da her şekilde çok yoruyor beni. Bu süreçte neler neler yapılırdı aslında ama işte, kazın ayağı pek öyle değildi. Anlayacağınız, sanki hiçbir derdim, hiçbir kafa karışıklığım yokmuş gibi, bir de -herkes gibi- böyle meselelere üzülmeye başladım. Nereye nasıl tutunacağımı bilemiyorum. Varoluş bunalımları, başarısızlık hissi, eşyalarımın çok uzakta oluşu, tanıdık bir aile evi huzuru ama hep tedirginlik, hep korku... Belki istediğim şey kariyer kovalamacaları, bol para, bol statü, ne bileyim, Etiler'de ev filan değildir de, aslında Marmaris'in bir köyünde kendi başıma yaşayıp kitap okumak istiyorumdur. Çalışmak zorunda olmak fikrinden biraz yoruldum. Çok çalıştığımdan değil elbette ama çalışmadan bir evde barınamıyor oluşumdan. Bir evde yaşayabilmek için maaşımı oraya yatırmam gerekmesi fikrine alışamadım. Daha doğrusu, aile evinde uzun zaman geçirince kira ödeme fikrine çok yabancılaştım.

Şu kitap çevirisi bitse de kendime dilediğim gibi vakit ayırabilsem. Ya da mesela, durduk yerde şehir sınırlarını kapatıp yasakları yeniden başlatsalar da evde kalan tek insan ben olmasam. Herkes karantinada olunca pandemi daha kolay, hem bizler hem sağlıkçılar için.

Neyse işte, büyüme sancılarının 25'imde hâlâ son sürat devam etmesine şaşırıyorum. Böyle küresel salgınlar olmasa oturup üzerine düşüneceğim yokmuş, kendimi sokaklara atıp sosyalleşip durmaktan bunları düşünmeyi bile unutmuşum. Bir küçük İstanbul'a kaçsam, Boğaz'da azıcık vakit geçirsem, hem eşyalarımı toparlasam da yanımda getirsem, belki birkaç arkadaşımla görüşsem kendimi daha iyi hissederim ama yolculuk yapmaya da çekiniyorum. O yüzden bütün gün, kafamda bu tür safsatalarla saçlarımı beyazlatıp hayatıma devam etmeye çalışıyor, bir de tabii bol bol dizi izliyorum.

Bakalım zaman ne gösterecek?

Sevgiler, Nazlı

17 Eylül 2020 Perşembe

eylül 2020: şehir yanılsaması ve gelmeyen sonbahar

İşe gitmeyeli 6 ay olmuş. Şimdi bunu söyledim diye işe gitmeye başlarsak gerçekten kendime çok sinirlenirim. Bira içip Six Feet Under izliyorum, bir çarşamba gecesi yapılabilecek en güzel aktivitelerden biri sanırım.

Bugün ilk defa, akşamüstü caddede yürürken İstanbul'daki hayatım bir illüzyonmuş gibi hissettim. Zaman geçtikçe bazı çok net hatıraların üstü tozlanıyor. Evimin sokağını, kullandığım metro istasyonunu, Kadıköy'de en sevdiğim cafe'nin koltuklarını, vapura binmeyi, sabah kalkıp bir yere yetişmeyi, iş yerimdeki kahvecinin fiyatlarını, maskesiz yürümeyi, sahilde bisiklete binmeyi, kapalı bir mekanda çay içip kitap okumayı, arkadaşlarımla yüz yüze sosyalleşmeyi unuttum. Öyle lafın gelişi de söylemiyorum, basbayağı tüm bunlar nasıl yapılıyordu, hatırlamıyorum. Şehirlere, isimlere ve dört duvar dışındaki bilimum fikre yabancılaştım, çok garip. Ara ara eskiye ait bir anıyı zihnimde canlandıramadığımda çok şaşırırdım, şimdi eski hayatlarımıza nasıl döneceğimizi hayal dahi edemiyorum. Neyse ki herhangi bir şeye dönüş yaptığımız ya da yapacağımız da yok gibi görünüyor. Her şey -ilk günkü gibi değil ama- hâlâ ciddi ölçüde üzücü, gençliğimizin en güzel zamanlarının böyle heba olmasına çok içerliyorum. O yüzden düşünmemeye çalışıp kendime yeni meşgaleler ediniyorum.

Geçenlerde Amerikalı bir abimiz kitabını Türkçeye çevirmek isteyip istemeyeceğimi sordu. Home office'te işler alışılmadık şekilde yoğun ilerliyor. Yaz bitti, Eylül'ü yarıladık, sonbahar Adana'ya henüz gelmedi ama akşamları açık alanlar esmeye başladı. Şimdi değilse ne zaman yapabilirim ki diye düşünüp kabul ettim. İki hafta filan oldu, boş zamanlarımda ciddi ciddi kitap çeviriyorum. Burayı iyice günlük gibi kullanmaya başladığım için üzgünüm ama her şeyim gibi günlüğüm de İstanbul'da ve bu da beni üzen şeylerden birisi. Yazın başında evde olmak çok iyi geliyordu, haftalar süren mecburi karantinadan sonra hem ailemi görmek, hem mekan değişikliği, hem de sorumluluklarımın azalması çok hoşuma gitmişti. Sanki 2015 yılının yaz mevsimindeydik de ben Eylül'e kadar tatildeydim, İspanya'dan dönmüştük, ah ne güzel günlerdi, arada denize gidip geliyorduk, yanılmıyorsam bir süre Eskişehir'de kalmıştık, sonra Adana'da olduğumuz vakitte boş zamanlarımızda annemle evi boyadık, tesadüfen Poyraz Karayel izlemeye başladık, o kadar güzel zamanlardı ki 2020'nin yazı da öyle geçiyor diye düşündüm benzer huzur katsayılarından dolayı. Sonra tabii yaz sonuna yaklaştık, önümüzde muazzam bir belirsizlik. İstanbul'da bir hayatım vardı ama inanın hatırlamıyorum. Sonra bir zamanlar Adana'da da bir hayatım olduğunu hatırladım, hem de hayatımın tümünün burada olduğunu. Bilemiyorum, zaman zaten her halükarda çok hızlı geçiyor ama 2020 gerçekten olağanüstü bir performans sergiledi. 31 Aralık gecesini düşünüyorum, 'hoş geldin 2000' isimli full 70'ler-80'ler-90'lar barındıran bir playlist hazırlamıştım. O kadar saçma ki Eylül ayında oluşumuz. Yani, yok artık. Mart'ın 16'sı üzerinden 6 ay geçmiş. O günden beri hiç toplu taşıma kullanmadım mesela. 1000 tane falan dizi izlemişimdir, kitap çevirmeye başlayana kadar iyi de kitap okuyor gibiydim ama 6 ay nedir? Hayatımın 51'de biri yapıyor.

Seneler sonra ilk kez Adana'da bu kadar alanım var. Eşyalarımı valizimden çıkarıp dolabımı düzenlemem gelişimden yaklaşık 4-5 hafta sonrasına tekabül ediyor. Birinci haftanın sonunda çalışma masamı ve çekmecelerimi elden geçirmiştim. Şimdi de saçma sapan bir şekilde alıştım buraya, 7 yıldır 1-2 aydan uzun süre kalmadığım odam, hiç ayrılmamışım gibi asıl odam haline geldi. İnsan beyni o kadar acayip ki her şeye hemen alışabiliyor. Korkutuyor bu durum beni. Hadi dönüyorum desem, öyle kolayca tamam diyip dönemem örneğin. Alıştım. Çok saçma ama çalışma masamı çok özlemişim. İstanbul'da dorm'dan beri bu kadar geniş çalışma masam olmamıştı, bu kadar büyük odam da olmamıştı düzenli olarak kaldığım ve uyuduğum.

Neyse işte. Bu arada kalmışlık bir yandan canımı sıktı, bir yandan da normalde hiç bulamayacağım fırsatlar verdi elime. İşte sonuçta evden çalışabilmek büyük lüks, istediğim zaman ofise gidebilecek olsam -böyle maskesiz ve özgür ve sağlıklı günlerde- daha ne isterim, ailemle yaşayamam diyen çoğunluğun aksine gördüm ki gayet sıkıntısız idare ediyoruz bizimkilerle, İstanbul'dan uzun süreyle ayrılmak çok ama çok iyi geldi, yeri geldi hem çalıştım hem tatil yaptım, öğle arasında, mesai bitiminde koşa koşa denize atladım. Değişik bir deneyim işte, yıllar yıllar sonra uzunca süreliğine burada olmak, sanki hiç gitmemişim gibi. Başlarda tatil gibi geliyordu işte ama, dediğim gibi, zaman geçtikçe o algı da kayboldu ve 2013'ten sonra yaşadığım her şey aslında var olmayan bir sürece dönüştü. En güzel yanı, Adana'da vakit geçirebilmem, kendi gücümü kavrayabilmem ve azıcık da olsa para biriktirebilmem oldu bu pandeminin. Bitecek mi bitmeyecek mi, daha ne kadar canımızı yakacak bilmiyorum; ama en kısa zamanda atlatabilmemiz hâlâ en büyük temennim.

PS: 2014'ten sonra ilk kez Altın Koza'da buradayım, kapalı alanlara giremiyorum fakat nehir kenarında açık havada film izliyorum.

PS 2: İstanbul'u çok özledim.

Sevgiler,

Nazlı 

8 Ağustos 2020 Cumartesi

renkli siperliklerin süslediği renksiz hayatlarımız, ağustos 2020: pandeminin sonsuza uzayışı

Aile evinde üçüncü ayımın içindeyim. 2015'ten beri ilk kez bir yaz boyunca bu kadar İstanbul dışındayım. Bütün hayatım boyunca da yalnızca bir kez daha yaz mevsiminin tamamını Adana'da geçirmiştim sanırım. Bu ikinci oldu.

Karantina günlüklerime devam ediyorum. Şaka şaka, karantina filan kalmadı gördüğümüz üzere ülke hatta dünya çapında ama ben tüm eşyalarım gibi günlüğümü de İstanbul'da bıraktığımdan mecburen buraya yazıyorum. İtiraf edelim artık hepimiz sıkıldık. En sosyalinden en introvert'üne, en normalleşme sevdalısından en izolasyon yanlısına herkes şu virüs gitse de eski sıkıcı hayatlarımıza geri dönsek diye bekliyor. Plazalara filan bile tamamım ben. İş çıkışı gider Galata'da bir yerlerde oturur rahat rahat muhabbet ederdik ya dezenfektan, maske derdi olmadan. Neyse. Hava o kadar sıcak ki bir hava ancak bu kadar sıcak ve ancak bu kadar nemli olabilir. Klimasız ortamda verimliliğim %86 seviyesinde bir düşüş gösteriyor. Çalışmak, okumak, izlemek, sadece durup tavanı seyretmek ve hatta uyumak bile imkansız. Bu bir yandan iyi çünkü insanlar neden güneşe ateş etmekle itham ediliyorlardı bunu hatırladım: gerçekten çok sıcak, dayanılmaz bir sıcak, aman Allahım bu ne sıcak, soğutulamayan bir sıcak, küresel bir sıcak, Yiğit Özgür'ün Antalya'da parkta oynayan ve sıcaktan ağlayan çocuk karikatüründeki türden bir sıcak. Yüzdüğünüz deniz bile sıcak. Sabahın 7'sinde çarşaf gibiyken de sıcak, akşamın 7'sinde daha dalgalıyken de. Bir ara arka balkonda yumurta kırıp pişmesini izleyeceğim, güneşe dondurma tutup 20 dakikada erimesine çok şaşıran ve bunda bir haber değeri gören İngilizlere inat.

Kıyafetlerim, ayakkabılarım, her türlü ilgi çekici eşyam gibi kitaplarım da İstanbul'da kaldığından (ve heyecanla dönüşümü beklediğinden) -valizimde getirdiğim dört kitabı tükettikten sonra- ne okusam diye bakınıyordum evde, dedim ki aa Suç ve Ceza okuyayım. Çünkü bazen 25 yaşındasınızdır ve bazı kitapların okunma yaşı vardır (bence hep 25'ti); ama bu fikir gözümü biraz korkutmuş olacak ki kendime bununla ilgilenemememe yol açacak başka meşgaleler bulmaya karar verdim, sonra da oyun yazmaya başladım. Aklıma hep, daha Mart'ın 14'ünde sosyal medyada karşıma çıkan, Shakespeare'in veba salgını esnasında karantinadayken Kral Lear'ı yazdığı bilgisi geliyor. Mart'ın 14'ünde bunu paylaşıp ben de muffin yaptım demiştim. Tecrit muffin'i. Mart'ın 14'ünde. Daha tecritte bile değiliz, karantinanın eksi 2. günü, gerizekalı Nazlı. Gerçekten hepimiz bu ev hapsi sürecini Nisan'da filan bitireceğimizi zannediyorduk ya ciddi ciddi. Mayıs sonu fikri çok korkutucu geliyordu. Ağustos oldu. Her şey dün gibi. Daha okullar açılacak (güya), ikinci dalga gelecek. Bunun sonbaharı var, kışı var, kapalı mekanlara tıkılıp kaldığımızda vaka sayılarının birden artacağı dönemi var. Bunca şey gördük deneyimledik, hâlâ inanılmaz geliyor. Ara ara kendimi dinleyip ne yaşıyoruz biz diye soruyorum. İlk birkaç hafta şaşkınlıktan rüyalar görüyordum. Rüyalar bitti, gerçeğin karşısında duyulan şaşkınlık bâki.

Artık İstanbul'a dönmem gerek ama uçağa binmeye çekiniyorum. Siperlik aldım hepimize, çok saçma. Lazım olur belki bulunsun diye. Sosyal tarih yazıcıları bunları da yazın ileride. Renkli siperlikler satın alıp nasıl durdu diye aynada kendimize bakıyoruz. Delilik. Maskelerle geziyoruz sokakta. Delilik. Beş ay oldu neredeyse. Delilik ötesi. Delirmiyoruz da, orası daha saçma. Resmen alıştık ya nasıl alıştık hiç anlamıyorum. Mart'tan beri iki metreden daha yakından görüp muhabbet ettiğim tanıdık insan sayısı kaç bilmiyorum, on filandır en fazla. (Saydım, on iki.)

Zaten corona meselesi dışında da güzel olan herhangi bir şey kalmadığı için, pandemi sürecini bitirsek dahi mutlu olamayacağımız gerçeğini kabullenerek hayatıma evde devam etmenin o kadar da kötü bir şey olmaması gerektiğine kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Yapacak bir şey yok. Dizi-film-kitap takılacağız artık.

Sanırım o ilk şoku ve bilinmeyenin korkusunu atlattığımız için önümüzdeki süreç biraz daha sakin geçecek. Ama tabii bu sakinlik doğrudan tedbirsizliğe yol açacak olursa, hali hazırda zaten artmış olan ambulans seslerinin devamı daha da artarak gelecek. Çok saçma ama İstanbul'daki evi boşaltsaydım, kira ödemeyip evden çalışarak bir senede güzel para biriktirebilirdim. (Bu varsayımda ekonominin mevcut durumu gözardı edilmiş, enflasyon sıfır olarak alınmıştır.)

Bilemiyorum Altan, ufukta gelecek görünmüyor.

PS: Netflix'te Şubat izliyorum. Bir yerli dizi gurusu (estağfurullah) olarak söyleyebilirim ki, şimdiye kadar merakı canlı tutarak götürmeyi başardı. 12. bölümdeyim, buradan sonra inanılmaz bozuyorsa bilemem tabii ama şimdilik kıymeti bilinememiş işlerden gibi görünüyor ve bu durum beni biraz üzdü.

Bir sonraki yayını hangi şehir sınırları içinden girerim bilemiyorum ama dört duvar arasında olacağım kesin.

Sevgiler,

Nazlı

20 Mayıs 2020 Çarşamba

Güneşi görmeyen şehirde, söyle, nasıl yaşanır?*

Selamlar. Bu karantina süreci uzadıkça uzuyor, öyle ki hepimiz bir noktadan sonra günleri saymayı da, geleceği eskisi kadar düşünmeyi de bıraktık. Ben de herkes gibi istemsizce alıştığım bu ev düzeninde zamanı algılayışımın nasıl değiştiği üzerine kafa yoruyorum. Sanki kendimizi karantinaya aldığımız Mart ayının ortası bundan iki-üç hafta öncesiymiş gibi hissediyorum. Sosyal medyayı da öyle yoğun kullanıyorum ki, günlerimi diğerlerinden ayıran tek şey bu mecralarda yaptığım paylaşımlar sanırım - fotoğraflar, hikayeler, anlık yazılan tweet'ler, vesaire. Onlar da olmasa lineer zamanın içinde kaybolup gideceğim. Hiçbir olayı hiçbir anla ilişkilendiremeyeceğim.

Merak edip takvime baktım şimdi. Bugün, kişisel zorunlu izolasyonumun 68. günüymüş. Hiç inandırıcı gelmiyor. Arada o kadar az şey yaşadım ve o kadar az şey deneyimledim ki, beynim benimle minik oyunlar oynuyor. Zaman inanılmaz hızlı geçiyor, günler günleri, haftalar haftaları kovalıyor. Ben de sindirmeden yaşamayı seven biri değilim açıkçası, küçüklüğümden beri böyleydi bu. İzler bırakarak, anılarımı işaretleyerek, günlerimi belirli olaylarla ilişkilendirerek, bu olayları sabitleyerek filan yaşamayı severim. Son zamanlarda farkına varıyorum ki, tüm bu 68 günlük mini maceramda, hiçbir şeyin ne zaman olduğunu hatırlayamıyorum. Bir hafta öncesiyle bir ay öncesi inanılmaz şekilde birbirine karışmış durumda - ki tüm bu süreçte adına bullet journal dediğim ajandamı tutmayı da hiç aksatmadım.

Neyse, hava çok güzel. Pencerenin yanına, köpeklerini gezdiren maskeli insanları da izlemek üzere oturmuş bulundum. Ofisle ilgili birkaç işim vardı, sabah onları hallettim. Bu arada gelen market poşetlerini yerleştirdim bir posta, nohut ısladım, kahvemi yaptım; şimdi ananas ve kurabiye yiyerek bilgisayar başındayım. Dedim ki, bu bir yandan inanılmaz kısa süren ama bir yandan da esneyip duran karantina zamanını en azından elimin altında olacak şekilde kayıt altına alayım. İleride sosyal tarih yazıcılarına filan da katkısı olur belki. Yeri gelmişken de belki birkaç tavsiye veririm, karşılıklı memnun ayrılırız.

Öncelikle, gururla söylemek isterim ki uyku düzenimi öyle aman aman bozmadım. Daha geç yatıp daha geç kalkıyorum elbette, hatta normalden daha çok da uyuyorum; ama bu süreçle ilgili en sevdiğim şey şu oldu: karantina döneminde yaptığım ve yapacağım her şey mübahtır gibi bir ilke benimsedim. Normal zamanda olsa kendime kızar, vaktimi boşa harcadığımı düşünüp üzülürdüm, bu da pek çok verimli aktiviteyi engellerdi ama şimdilerde sahiden umrumda olmuyor. Dokuz saat mi uyumuşum, eh iyi, dilediğim gibi geçirebileceğim 15 saatim daha var diyip hayatıma devam ediyorum. Zaten evdeyiz, zamandan bol ne var yani.

İlk birkaç hafta daha zorlu geçti. Dışarıdan sıfır destekle hem karantina psikolojisini kaldırmak, hem bu olağandışı şartlar altında sağlıklı beslenmeye çalışmak, yürümek gibi hayatımın çok içinde olan bir egzersizi gerçekleştirememenin gerginliğiyle evde düzenli spor yapmanın yollarını aramak, bir yandan mesai, bir yandan asla bitmeyen ev işleri, sınırlar kapatılmadan bir yolunu bulup annemlerin yanına mı gitsem düşünceleri derken Nisan'ın ilk haftalarında bir şekilde rutinimi oturtmuştum. Bu esnada tabii bahar geldiği ve alıştığım bahar düzenini yaşayamadığım için keyfim kaçıktı ama -bahçelerinden yunusları izleyebilen Sabancı ailelerini düşünmezsek eğer- herkes benim durumumdaydı ve yapacak bir şey yoktu. Tarihe tanıklık etmek güzel; lakin tarihe maruz kalmak can sıkıcı. Bir şekilde buna da alıştık.

Tüm bu 68 günlük dönemde ilk defa deneyimlediğim bazı şeyler oldu herkes gibi. Karantinanın ilk verimliliği, hayatımda ilk defa köfte yapmam oldu. Yarım kilo az yağlı dana kıymadan (koyun etini hep tercih ederim ama İstanbul'da düzgün koyun eti bulmak çok zor) yaklaşık 30 tane küçük köfte çıkıyor ve hepsini buzluğa atmak suretiyle protein ve B12 ihtiyacınızı her an karşılayabiliyorsunuz. Yemek konusunda her geçen gün daha çok Emine Beder'e dönüştüm ama hâlâ pizza yapmadım mesela. Canımın çok fazla Tahin istediği bir gün, neden olmasın ki dedim ve Tahin'in en sevdiğim vegan menüsünden yaptım. Falafel, batata harra, humus ve haşlanmış pancar. Lavaşla işi daha da yukarılara taşımayı planlıyordum ama evde oklava yok, fark etmeden baya da lezzetli bir bazlama yapmış oldum. (Bu arada, bu falafel tarifi sanıyorum 6 kişiye gitti, hepsinden de çok güzel geri dönüşler aldım. Şimdi, blog'um okunuyormuş gibi yapıp birilerinin işine yarar düşüncesiyle tarif paylaşmayı isterdim ama yapmayacağım. Merak eden olursa sorsun lütfen. Lübnan mutfağı konusunda ciddi bir uzmana dönüşmüş olabilirim.)

Hava güzelleştiğinden beri küçük yürüyüşlerimi kendi sokağımın dışına çıkardım, çünkü sanırım bir grup insan gibi ben de yeni vaka sayıları ve ölümlerdeki küçük düşüşün yürüyüşlerimi uzatıp sıklaştırabileceğini düşündüm. Haftada iki gün 1 saat kadar yürüyorum, maske ve sosyal mesafe eşliğinde. Güneş gözlüğü takıp tatlı tatlı giyinince de sanki bir hayatım varmış gibi oluyor, insanların yoğun olmadığı saatlerde denenebilir belki. Şimdiye kadar en fazla Hisarüstü'ne kadar gidip geldim, yukarıdan Boğaz'ı seyredip geri dönüyorum. Yolda da bilimum çiçek, böcek, ağaç, kedi fotoğraflayıp kendimi iyi hissediyorum. Garip bir şekilde düzenli yoga yapmayı da başarıyorum sanırım, Adriene'in 30 Day Challenge'ından ilerliyoruz şu an, iki-üç günde bir, yirmi-otuz dakika.

Bu esnada, evet, günaşırı çimlerde yayılıp bira-Pringles yapmam gereken zamanlar gelip geçtiği için, mecburen bu dönem evde cipse düşmek durumunda kaldım. Biraz pişmanım ama çok da değil, garip bir şekilde kilo verdim hatta son iki ayda. Daha ilk haftalarda Ezel izlemeye başladım, üçüncü kez başlayıp bu defa ilerlemeyi de başardım. 44. bölümü bitirdim sanırım en son, karantina bitmeden finali görmeyi planlıyorum, bakalım. Çoğunluğun aksine neredeyse hiç Netflix izlemedim, Netflix'i bitirmek filan çok iddialı laflar. Neyse, iki defa Instagram'dan canlı yayın yaptım, bunlar baya eğlenceliydi. İkincisinde, evden çalışmak, online eğitim, sosyallikte gökyüzünün önemi ve karantina sürecine girmemizde Eyşan Atay'ın rolü hususlarında sohbetledik Bige'yle. Bir daha yapacak olursak biranızı-şarabınızı kapıp gelirsiniz. Güzel geyik yapıyoruz.

Unutmadan, geçen hafta hava inanılmaz sıcakken ve normalde olsa deniz sezonunu çoktan açmış olacağım günlerden geçiyorken Boğaz'a bakıp ne zaman yüzebileceğimizi düşünüp üzüldüm. Neyse en azından güneşlenirken kitap okurum diye kendime kamp sandalyesi sipariş ettim. Muhtemelen haftalar sonra gelecek bu online alışveriş yoğunluğundan ötürü ama bakalım. Balkonum yok, görece yeşil ve sakin bir mahallede, sessiz bir sokakta yaşıyorum. Çimlerin üzerine sandalyeyi atıp, aşağıda Ulus manzarasıyla kitap okuyup termosumdan soğuk kahve içmeyi planlıyorum. Bakalım. İlk kez online alışveriş yaptım bu arada, kitap bile almamıştım son iki buçuk ayda.

Kızlarla küçük bir film kulübü kurduk, 50'ler 60'lar Avrupa sineması izleyip Pazar günleri sabah 11'de Zoom üzerinde toplanıp tartışıyoruz. Bana inanılmaz güzel bahane oldu, oturdum İtalyan neorealizminden Fransız Yeni Dalga'ya, oradan Bazin'e, Truffaut'ya, auteur teoriye kadar bir sürü şey çalıştım. Hem ders notları karıştırdım, hem sayfalarca makale okudum filan. Keşke hep böyle yaşasak dediğim dönemlerden geçiyorum zaman zaman, saçma. Bir ara şöyle bir tweet atmışım: "Harry Potter’ları 14 yaşındaymışçasına tekrar okumak için muazzam bir fırsattı bu karantina ama günlerim “Ohaaaa, bunu da yapabilirim!” diye heyecanlanıp hiçbir şey yapmayarak geçiyor. Elimizde sonsuz karantina varmış gibi davranıyorum, umarım sonsuz karantinamız yoktur." 

Gerçekten sonsuz karantinamızın olmamasını tüm kalbimle diliyorum zira annemleri görmeyeli beş ay oldu, yaz geldi, 68 gündür arkadaşlarımı görmüyorum, Boğaz'a, denize, sahile, kumlara, gökyüzüne uzun uzun bakmak istiyorum. Beren'in de dediği gibi hepimiz moleküllerimizi rafine ettik ve çeşitli frekanslarda birbirimizi bulduk, rica ediyorum karantina sürecini yavaş yavaş bitirelim. Baksanıza, bir grup insan olarak 2005 yılında yaşamaya başladık, Grup Hepsi bile barıştı, ben birkaç gündür Spotify'dan sadece Hepsi Bir albümünü dinliyorum. Her şey düzelse de Harbiye'de bir reunion konseri görsek, 11 yaşındaki kendimi de alıp giderim. İnanılmaz heyecanlanıyorum bu fikre çocuk gibi.

Bir süredir düzenli olarak dinlediğim birkaç podcast var. Aslında podcast fikrine alışmam Nilay Örnek'in Nasıl Olunur? işiyle başladı ama karantina sürecinde de takip ettiğim güzel şeyler var. Elif Key mesela, dersimiz: karantina adlı podcast'inde 5-13 yaş arası çocuklarla karantina sohbetleri ederek bu telefon konuşmalarını yayımlıyor, böyle bir işe başlamasının nedenini de blog'unda çok tatlı bir şekilde açıklamış. Hiç kayıtsız kalamadım, sabah kahvaltı hazırladığım, akşamüstü yemek yaptığım anlara denk getiriyorum ve çok eğleniyorum. Özgür Mumcu'yla Eray Özer'in Yeni Haller'i kafanızı daha çok vermeniz gereken meselelere yoğunlaşıyor, o yüzden bu seriyi daha mekanik işler yaparken dinliyorum. En son birkaç gün önce ayakkabı dolabımı yazlıklarla doldururken 'hijyenin 8 bin yıllık fantastik tarihi'ni dinledim mesela, baya severek takip ediyorum. Son olarak da, Mirgün Cabas'ın karantina sürecini nasıl geçirdiklerini sorarak muhabbet ettiği, tanınmış insanlarla yaptığı konuşmalardan oluşan Nasıl Gidiyor Karantina? var. Bu da neden bilmiyorum ama, benim ev hapsi sürecime çok iyi geliyor. Haftalık rutin bir temizlik esnasında hepsinden takribi 6-7 bölüm dinleyebiliyorum. Bakınız, ev işleri nasıl keyifli ve verimli hale getirilir.

Eklemeden geçemeyeceğim, o kadar uzun zamandır Tutunamayanlar okuyorum ki birisi yıllar sonra karantinada ne yaptığımı sorarsa Tutunamayanlar okudum diyeceğim. Umuyorum ki bu hafta tamamen bitecek kitap ve başucumdan kaldırıp kitaplıktaki yerine koyacağım. Bir de, dün bir paragrafta aklıma bir şey takıldı diye açıp Poyraz Karayel 4. bölümü baştan sona izledim. Sanırım asla akıllanmayacağım ya.

Bugün çok fena Arnavutköy'e inmek istiyordum ama yapmadım. Sahilde güvenlik önlemleri nasıl bilmiyorum, bu yazıyı bitirince Etiler'e doğru biraz yürüyeceğim, markete uğrarım, bir de ATM'ye gidip para çekmem gerekiyor. Sanırım bu yeni normale herkes kendi çapında bir şekilde adapte oluyor ama hepimizin içinde kendi güzel yaşantılarının özlemi var. Ben mesela, en çok sıradan küçük şeyleri özlüyorum. Bir yaz akşamı Tünel çıkışında arkadaşımı beklemek, işe giderken metroda müzik dinlemek, üstü açık bir cafe'de geç kahvaltı yapmak, vapurdan martıları izlemek, İstiklal'de saatlerce yürüyüp sıradan bir pub'da gündüz birası içmek, tek başıma sinemaya gitmek, Güney'de güneşi batırmak, boynumda fotoğraf makinesiyle dar sokaklar gezmek istiyorum. Zaten başka türlü nasıl yaşanır, bilmiyorum.

Sevgiler ve sağlıklı günler,
Nazlı.

* Arzular başka şey,
Hâtıralar başka.
Güneşi görmeyen şehirde,
Söyle, nasıl yaşanır?

Orhan Veli Kanık - Arzular ve Hâtıralar

16 Mart 2020 Pazartesi

Ulusal Felaketler ve Bireyin Bitmeyen Istırabı, Mart 2020

Türkiye'deki vaka sayısı 18'e çıktı. İki gündür sosyal izolasyon sürecindeyim ben de, mümkün olduğu müddetçe evdeydim - ki yarın işe gideceğim. Sabah 8.30'da, baya toplu taşıma kullanarak, suratımda %90 ihtimalle bir işe yaramayan tek kullanımlık maskelerden biriyle. Kendim için zerre endişelenmiyorum ama ulusal felaketlerden, bitmeyen ıstıraplardan bıktım. Şu an İstanbul'da, yetmiş metrekare evimde sıkışıp kalmış hissediyorum ki psikolojimin bu süreç öncesinde de muhteşem olduğu söylenemezdi. Çok mu güçsüzüm, neler oluyor emin değilim fakat önümüzdeki Cuma akşamı Adana'ya, annemlerin yanına uçacaktım üç günlüğüne. Noel tatilinden beri eve gitmiyorum, iş hayatım bir ara inanılmaz yoğunlaştı ve o karmaşa bittiğinden beri eve gitmek için gün sayıyorum. Bu virüs meselesi o kadar kötü bir zamana denk geldi ki yerimden kıpırdasam hem annemle babama hem de ülkedeki sayısız insana tehlike arz edeceğim; yerimden kıpırdamazsam da muhtemelen akıl sağlığımı yitireceğim zira izolasyon için hiç de optimum şartlarda değilim.

Bu 'ulusal felaketler ve bireyin bitmeyen ıstırabı' geyiği yapıştı kaldı üzerime. Hikayesi de şöyle, birkaç hafta önce Boğaziçi Edebiyat'tan Halim Kara hocanın, Ahmet Hamdi'nin Huzur romanıyla ilgili bir makalesini* okuyordum. Makalenin başlığı Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Savaş Eleştirisi: Huzur'da Savaş, Istırap ve Birey. Bir bölümünde de Ulusal Felaketler ve Bireyin Bitmeyen Istırabı şeklinde bir ara başlık var. Yani hayatımızın öyle güzel bir özetiydi ki kayıtsız kalamayıp her yerde kullanmaya başladım. Hatta ilgili sayfanın çıktısını alıp ofiste panoma astım falan, İngiltere haritasının hemen yanında duruyor. Şimdi bunları yazarken de aklıma şöyle bir şey geldi, 2017 yılının Ocak ayında bambaşka bir mevzu için şunları söylemişim: Aylardır bilinmez sonumuz hakkında varsayımlarda bulunup konuşacak insan arıyoruz çaresizce, Huzur'un Mümtaz'ı gibi. Hayatımın her alanında Mümtaz karakteriyle bu kadar ortak nokta bulabiliyor olmama fena halde içerledim şu an. Mümtaz ben miyim acaba, umarım değilimdir.

Normalde olsa birkaç haftalığına evde takılmak fikrine pek karşı çıkmam çünkü okumak-yazmak-izlemek-kendine vakit ayırmak şahane şeyler. Lakin gelin görün ki işler hiç beklediğim gibi gitmiyor. Hayatımda yolunda olmayan sayısız durum varmış, üst üste gelince yok saydığım birkaç tanesini daha fazla görmezden gelememeye başladım. Kendilerini ifşa ettiler, bak biz de burdayız diye bas bas bağırıyorlar. Geçen yıl bu sıralar, hayatımın yine en kötü diye tabir edebileceğim zamanlarından birini yaşarken şöyle bir tez öne sürmüştüm: "Büyük derdin küçüğü unutturması çok acayip, insan bin türlü şeye üzülüyor ama akılda da duyguda da hep en büyüğü kalıyor. Mutluluklar öyle değil ama, aynı anda büyük küçük bir sürü şeye sevinebiliyorsunuz. Şey gibi yani, sanki mutluluklar birikir ve toplanır, üzüntülerin en büyüğü alınır gibi bir kural buldum az önce." Hayattaki diğer bütün dertlerimi unuttum mu bilemiyorum ama karantina sürecinin günlerimi domine ettiği açık. Yarın büyük ihtimalle önce Adana biletimi, sonra da Mayıs ayında çıkmayı planladığımız Bosna tatilinin biletlerini açığa alacağım. Virüs, karantina, çekirge sürüleri, gökten yağan patlıcanlar, çamur yağmuru filan derken birisi Twitter'da "İncil okuyacaksanız hiç sırası değil bakın" yazmış, çok güldüm.

Bir süredir saçma sapan hislerle mücadele edip -hayatımda da bir şeyleri değiştirecek gücü ve kararlılığı kendimde bulamayıp- başka mutsuzluklara sürükleniyorum. Ağlamakla o anki hüznü kullanarak bir şeyler yazmak arasında kaldığımda hangisini seçtiğimi hatırlayamadım, sanırım genellikle ağlamaktan da kaçıyorum. Misal, uyumam gereken saatte gereksiz blog yazısı girmek. Genelde kolay üzülen, kolay kırılan, kolay etkilenen ya da sıklıkla ağlayan biri miydim bunu da hatırlamıyorum açıkçası. Son zamanlarda ara ara en son ne zaman ağladığımı hatırlamaya çalışıp cevabı bulamadım sadece, bunu biliyorum. Neyse, sonra bir Cuma öğleden sonra ofisin ortasında ağlarken buldum kendimi, bu da saçma çünkü hemen öncesinde kızlara az sonra tuvalete ağlamaya gideceğimi söylemiştim. Demek ki bir şeyler çok birikince insan arkasına sığınacağı bir tuvalet kapısı aramayı bile külfet görüyor. Başarısızlık, olamamışlık, yetememişlik, özgüvensizlik, işte ne bileyim, öyle her zaman da benimle olmadığını bildiğim -akla gelebilecek- her türlü eksiltilmiş hisle dolup taşınca insan, artık yanında da anlatıp rahatlayabileceği kimseyi bulamayınca herhalde, olur olmadık yerlerde, gizli saklı demeden ağlarken buluyor kendini. Komik. Eskiden böyle olmazdı. Bu cümleleri de, eskiden olsa çok daha güzel yazabilirdim diye düşünüyorum mesela şimdi. Elimde değil. Ağlamak istiyorum ama daha çok ağlamadan hemen önce kendimi yanında bulabileceğim insanlar istiyorum sanırım. Bencillik etmek istemiyorum ama şu saçma sapan karantina süresini ailemin yanında geçirebilmek istiyorum. İki aydır annemi görmüyorum yahu, master'a filan gitsem bu süreyi nasıl uzatırım bilemiyorum.

İstanbul'dan üç günlüğüne değil ama daha uzun süreyle kaçabilmek istiyorum. Kafam öyle karışık ki dağıtabilmek için çalışmam lazım ama keşke işe değil de okula gidiyor olsam. Yoklama kağıdı imzalamayı özledim, bir şeyler öğrenebildiğim derslere gidip not tutmayı özledim, arkadaşlarımı özledim, dorm'u bile özledim. Neredeyse 7 yıldır yaşadığım bu şehirde, son 6 yılımın geçtiği üniversite kampüsünün sadece 2 kilometre filan uzağındayım ama öyle bir mesafe ki sanki yıllar boyunca öğrendiğim her şeyi de unuttum son birkaç ayda. Ne istediğimi bile unuttum. Sıkıştım kaldım. Mutsuzum demek istemiyorum çünkü onca yaşanandan sonra elle tutulur, gözle görülür, sağlık boyutlu bir sorun olmadıkça canımı sıkmayacağıma dair kendime söz vermiştim defalarca ama canım sıkılıyor işte. Ara sıra, kendi kendime de, böyle kenarda köşede mutsuz olmaya hakkım yok mu acaba diye düşünürken kendimi suçlu hissediyorum. Senede birkaç gün, kendi hayatımdan ve yapmaya cesaretim olmayanlardan ötürü canımı sıkamayacaksam her şey çok saçma olmaz mı? Ağlamayıp tutunca başım çok ağrıyor çünkü. Kendimle duygularımı dışa vurmanın önemi konusunda tartışmalara girmemek için saate bağlı olarak yürüyüşe çıkabiliyor ya da dizi izlerken uyuyabiliyorum. Lise yıllarımdan kalma, edindiğim güzel bir yetenek. Bir şeyleri yok sayarak kendimi kandırıp duygularımı oyalayabiliyor, hatta manipüle edebiliyorum ama sonra küçücük bir meseleyle Kadıköy'de alakasız bir kafenin tuvaletinde ağlarken buluyorum kendimi. Bilen bilir çünkü, tuvalette ağlamak baya ezik bir şey. Bir kez Kuzey'de kütüphane arasında tuvalette ağlamamak için çıkıp çimlerde ağlamıştım da hazırlıktan bir arkadaşım yakalayıp yanıma gelmişti, ifşa oluyorsun böylece ama iki muhabbetten sonra kendini daha iyi hissediyorsun, tuhaf yani. Geçen yıl da Şubat ayının ortasında canım yine inanılmaz sıkkınken ağlamamayı seçip K-Park'ta önce Esra Hoca'nın ofisine, oradan da TK dersine girmiştim, bunlar sağduyulu ve olgun davranışlar mesela. Kendime bu tarz aksiyonlar almayı tavsiye edip gecenin 2.24'ünde bilgisayar ışığında bunları yazıyorum. Bir anksiyete önleyici olarak uyumaktan kaçmak.

Çocukken, hatta ergenken de, böyle keyifsiz zamanlarda, seni seven insanlara sığınmak, hatta çoğunlukla senin bir şey söylemene gerek kalmadan onların meraklanıp yanına gelmesi, seni çıkarsız düşünüyor olmaları filan tarifsiz rahatlatıcı şeylerdi. İş hayatında öyle bulamadığım bir şey ki bu, hayatımın geri kalanının hep böyle geçeceği fikri kalbimi sıkıştırıyor. Hayat boyu kitaplar okuyup güzel filmler seyrederek mutlu olunmuyor. Olunuyor sanıyordum çünkü beni mutlu eden diğer şeylerin bunca zaman hayatımda zaten var olduğunun farkında değilmişim. Son cümleyi yazarken ne demek istediğimi ben de tam olarak anlamadım, ama önemi yok. Korku filmi gibi haftalarca evlerde hapis kalıp pencerelerden şarkı söyleme romantikliğine gireceksek ben yokum. Olgun toplumlar olup bilimsel cevaplar sağlayın insanlara, yoksa karantina filan dinlemeyip eve uçacağım.

Muhtemelen aslı olmayan bir iddia, 'hayal kırıklığı' öbeğini ilk kez kullanan Tevfik Fikret'miş. Aradım, kesin bir bilgi bulamadım; ama internette yazıyor, o yüzden mutlaka doğrudur... Nedense yakın zamanda Aşiyan'a gidip biraz da orada durmak istiyorum zira ölülerden corona bulaşmaz.

Her şey tez zamanda yoluna girsin yoksa olacaklardan ben sorumlu değilim.

Sevgiler,
Nazlı.

*Kara, H. (Güz 2019). Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Savaş Eleştirisi: Huzur'da Savaş, Istırap ve Birey, 13-46.

13 Şubat 2020 Perşembe

Yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık*

Bir şeye ihtiyacım var, bir şeye ihtiyacım var diye dolanıp durduğum son birkaç saatin ardından, en son gidip kendime şarap doldurdum. Öncesinde de papatya çayı içiyordum ama. Not: İhtiyacım olan şey şarap değil ama yardımı dokunuyor. Yazının buradan sonrasına bu bilginin ışığında devam ediyoruz.

Birkaç haftadır iş yerinde normalin üzerinde bir yoğunlukta çalışıyoruz, iyi ihtimalle 10 gün sonra filan biraz rahatlayacağız. Çalışmayı ve yoğun olmayı gerçekten seviyorum ama iki gündür de aklımın köşesinden şu düşünceyi çıkaramıyorum: "Benim burada ne işim var?" Aslında lisansı bitirdiğimden beri -ki bitirmeden önce de- okulu özleyeceğimi ve ekstra monoton iş hayatından sıkılacağımı hep birlikte biliyorduk. Hatta buna kendimi fazlasıyla hazırladığıma bile inanmışım ki şimdi ara ara akademi lafı geçince heyecanlanmama şaşırıyorum. Tercihlerime ve hayatıma haksızlık etmemek için zihnimi zorlayıp şunu anımsadım, üniversite üçüncü sınıfta dorm'da uyandığım bir sabah, bugün yataktan kalkmak için hiçbir motivasyonum yok diye mutsuzluklardan mutsuzluklara sürükleniyordum. Anımsamanın da ötesine geçtim sonra, o mutsuzluğu bizzat nedenleriyle filan hatırladım, çok da haklıydım.

Dönem dönem kendimi bulunduğum yerin çok ötesinde bambaşka bir konumda olmam gerekiyormuş ve her ne yapacaksam onu yapmak için vakit kaybedeli çok olmuş gibi hissediyorum. Büyüdükçe biraz azaldı bu hissin yoğunluğu. Mesela 21 yaşında her şey için çok geç kalmış olduğuma neredeyse emindim. Sinema filan okuyor olmam gerekiyordu, Boğaziçi'nde yer yer mutsuzdum, belki arkadaşlarım belki hocalarım, tatmin olmadığım bazı durumlar mevcuttu işte ne bileyim. Sonra sonra fark ettim durumun pek de öyle olmadığını ama işte, insan aklına her zaman söz geçiremiyor, özellikle fazla gençsen ve sosyal medya, teknoloji, çok başarılı arkadaş çevresi derken dünyanın her yerinden her türlü insanın yaşamına rahatlıkla erişebiliyorsan. Kıskançlık mıdır, başarısızlık korkusu mu, yoksa takdir edilme isteği mi bilmiyorum. Sadece 21 yaşında kafası karışık bir gençsen, ihtimallerin çokluğu kafanı daha da karıştırabilir demek istiyorum.

Neyse işte, bu durum baya azaldı. Her ne yapmak istiyorsam -onu keşfetmek için bile- suların zamanla akacağını, sonra bir şekilde her şeyin yolunu bulacağını düşündüm. Nitekim öyle de olacaktır ama bir noktada kendini ve hayatının nereye doğru gittiğini, kafanı topraktan çıkarmak suretiyle gözlemlemen gerekiyor. Yoksa path dependency, insan hayatı düşünüldüğünde tehlikeli birisi olabilir. Bir bakıyorsunuz bankacı olup title üzerine title almışsınız, dönsen dönülmez yol. Korkutucu yani.

Bu yazıya neden başladığımı hiç bilmiyorum ama çok mutsuzum. En son ne zaman ağladığımı düşünüp hatırlayamadım. Normalde günlüğe yazacağım, tamamen bilinç akışıyla dolu bu saçma sapan satırları, kalem tutmaya çok üşeneceğimi fark edip blog'a dökmeye koyuldum - pek yaptığım şey değildi uzun zamandır. Nasılsa kimse okumayacak diye devam ediyorum, thanks.

Akran baskısı çok ağır bir şey. Yapmak isteyip istemediğimden emin olmadığım bazı şeyler konusunda, sırf evet herkes böyle yapıyor dediğim için aksiyon alırken buluyorum kendimi. Bakınız, ya acaba akademi mi istiyorum ben gerçekten diye kendimi ikna çabalarına girip bir sürü başvuru yaptım. Arada IELTS'e falan girdim, güzel bir SoP yazdım, referanslar peşinde koştum, acelesi olmamasına rağmen pasaportumu yenilettim filan. Yani evet yurt dışına birkaç seneliğine kapağı atsam, bu esnada da siyaset bilimi, kentleşme, küreselleşme falan okuyup yazsam harika olur ama sene olmuş 2020, gelmişim 25 yaşına, bir bakıyorum ki kendimi -istediğimi sandığım pek çok şeyi yapmaktan- bile isteye alıkoyuyorum. Bir keresinde -sene 2017- Erasmus başvurusu yaptığıma çok emin olduğum halde, sonuçlar açıklanınca adımı listede hiçbir şekilde görememiş, neden böyle oldu ki diye şaşırmış, dakikalar sonra -meğer- hiç başvuru yapmadığımı fark etmiştim. Kendi kendimi içten içe istemediğim şeyler konusunda engellemekte üstüme yok. İsveç'teki birkaç okulun master programları için enstitü bursuna başvurmaya çalışıyorum şimdilerde, deadline 20 Şubat, ama ben öyle yoğunum ki belgeleri toplamayı gerginlik üstüne gerginlik yaşayarak erteliyorum. Hayır başvurmaktan da vazgeçemem zira PARA VERDİM. 90 Euro kaç TL yapıyor biliyor musunuz?! (570 falan...)

Yazı gittikçe daha da IQ killer bir vaziyet aldığından yavaş yavaş kapatayım diyorum. İşten de, İstanbul'dan da, saçma sapan kıştan ve yoğunluktan da inanılmaz sıkıldığım için, en azından bir hafta sonu için bile olsa Adana'ya kaçayım diyorum ama uçak biletleri çok pahalı. Üzülüyorum yani, bakın yeniden söylüyorum, sene olmuş 2020, hâlâ A noktasından B noktasına gitmek için tonla para vermek zorundayız. (Işınlanmayı bulsalar da uçak biletleri ucuzlasa.) (Bu arada Adana -2 dereceyken İstanbul'da, güneş altında, bileklerim açık vaziyette çay içtim bugün, lol.) Nisan'da karnavala gideyim istiyordum, yıllar sonra ilk kez midterm haftama denk gelmiyor diye acayip sevinmiştim, çünkü baya baya 2013 yılından sonra ilk kez aynı tarihlerde Adana'da olma şansına erişecektim. Sonra baktım ki gidiş dönüş bilet almaya kalksam 800 liraya mâl oluyor. Bütün çocukluğumun, 18 yılımın geçtiği şehre, kendime evime, bir hafta sonunu geçirebilmek için gitmek istesem, gidemiyorum. Ya siz kimin nereye girişini nasıl engelliyorsunuz? Vallahi oturup ağlamak için muazzam bahaneydi ama ağlayamadım. Onun yerine Etiler'in sonuna kadar yürüyüşe çıktım.

Geçenlerde annemlerle kendime Mayıs ayı için Saraybosna'ya bilet aldım, malum yeşil pasaportumu delgeçle delmek suretiyle iptal ettiler, ben de bir süre vizesiz alternatif kovalayacağım. Annem de birkaç gündür booking'den daire gönderiyor, vakit bulup bakamamıştım bir türlü. Şimdi hazır odamda bilgisayarın başındayım, seçelim birisini diye sırayla açtım. Yorum yapıyordum, biri için dedim ki belirtilen tarihlerde bunda yer yok. Ben gönderdiklerimi rezerve ettim, sen beğeneceksin sadece dedi...... İş hayatında, sivil hayatta, işte akademik ortamlarda falan beklediğim hizmet bu, herkes feyz alsın diye tweet atmam gereken şeyi buraya yazdım.

Sonuç olarak hâlâ fevkalade amaçsız ve mutsuz hissediyorum ama durum budur. Aynı anda Oğuz Atay ve David Harvey okumaya çalışıyor olmamdan da kaynaklanıyor olabilir bu durum ama bilemiyorum. Cumartesi günü Kadıköy'de kötü bir oyun izlemeye gideceğim ve gerçek sanatseverler iyi bilir ki kötü oyun izlemenin vazgeçilmesi imkansız bir keyfi vardır.

Şarabım bitmedi. Dediğim gibi, ihtiyacım olan şey o değil ama it helps.

Sevgiler,
Nazlı

* Yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık;
Sonunda kötü bir şey olur korkusuyla yaşadı
Selim Işık
Her olayı. Eski bir yara izi içinde sızladı, her eğilişinde
İnsanlara. Dünyaya bir daha gelişinde
Çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli.
Büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.
İkinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacak.
Kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak.

Oğuz Atay - Tutunamayanlar, s. 122.

26 Ocak 2020 Pazar

James Joyce'un M. Bloom'u gibi, kendi korkularımızın üstüne oturmuş, felsefe ve şiir yapıyoruz*

Tanpınar'ın meşhur bir sözü var, fark etmeden de olsa bir yerlerde denk gelmişsinizdir mutlaka.

"Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor."

Yazıktır, o durumun içindeyim yeniden. Aklımda başka şeyler vardı ama ilgilenmeye gönlüm razı gelmedi.

Kaybolmuş bir nesiliz biz. Aslında Türkiye'de yetişmiş her gençlik biraz kayıptır; büyümesi ve gelişmesi akla gelmeyecek zorluklarla engellenmeye çalışılmış koca bir kayıp nesil sürüsü... Neredeyse her dönemin kendi gençleri başka başka dertlerle mücadele etmiş. Cumhuriyetin ilk zamanlarının eğitimsizliği ve yoksulluğundan tutun, İkinci Dünya Savaşı yıllarının kimsesizliğine, 60'lı yılların sonunda özgürlük ve bağımsızlık uğruna büyük mücadeleler veren, yetmeyip sonraki on yılda öldürülmeye başlanan öğrencilere, adil bir yaşam ve iyi bir gelecek için üniversiteleri protesto alanına çevirmeye mecbur kalanlardan faili meçhullere kurban gidenlere kadar sayısız -ve hatta kimi zaman isimsiz- gençten söz ediyorum.

Benim tanık olduklarımın listesi de bir bu kadar uzuyor. Berkin'in cenazesini unutamıyorum mesela, Çorlu'daki tren kazasında hayatını kaybeden minicik Oğuz Arda'yı unutamıyorum. 20 yaşında evinin önünde bıçaklanarak öldürülen, şimdilerde yeni yıl hedeflerini yazdığı notların sosyal medyada dolaştığı balerin Ceren'i unutamayacağım. Dün ve bugün Elazığ'daki enkazdan -neyse ki- sağ çıkarılan, adını bile bilmediğim o iki küçük kız çocuğunu da unutamayacağım. Yazıktır ki onlar da unutamayacak tüm bu acıyı; sevenleri, bilenleri, bu travmaya ortak olan binlerce başka insan ölene kadar hatırlayacakları bir trajedi sahibi oldular birkaç gün önce. Bir insanın, ömrünün sonuna kadar içinde iyileşmeyecek bir yara taşıması ne demek bilmiyorum, benim hayal edebileceğimin çok ötesinde bir acı bu.

Şebnem Ferah dün akşam Instagram'da 99 depreminde Yalova'daki evlerinin enkazından çıkarılmış oyuncak bir piyano görseli paylaşıp altına uzunca bir yazı sığdırmış. Cuma akşamından beri okuduğum en dokunaklı şeydi sanırım, açıp açıp yeniden, defalarca baktım aynı satırlara. Şey demiş sonlara doğru, "Pek çok şeyi birbirine eklediğimde düşünüyorum da, artık yaralanmış biriyle karşılaştığımda fark edebiliyorum, hissedebiliyorum, hiçbir şey anlatmasına gerek yok..." Bu coğrafyanın, insanlar üzerinde bunca kısa aralıklarla böyle kolektif travmalar yaratabilmesi hâlâ çok enteresan geliyor bana. Yani ortaya çıkan felaketlerin sürecine ya da sonucuna şaşırmıyorum ama bir anda gündelik hayatlarımızı bırakıp ülkenin herhangi bir yerindeki herhangi bir meseleyle milyonlarca insan olarak aynı zamanda ilgilenmeye başlayabilmemizi hâlâ çok tuhaf buluyorum.

99 depremini hiç hatırlamam. Dört buçuk yaşındaydım, bir önceki gün annemlerle Antalya'ya gelmişiz Eskişehir'den. Sabah, babamın cep telefonunun gece boyunca kesik olan elektrikler nedeniyle şarj olmadığını, ardından halamın arayıp depremi haber verdiğini dinledim bizimkilerden birkaç kez. Ne tatili hatırlıyorum ne anlatılanları. Ama insan aklı işte, bir önceki yaz Ceyhan'da olan depremi, Adana'da yedinci kattaki evimizin nasıl sallandığını, holde sarsıntının geçmesini beklerken mutfak kapısının girişindeki buzdolabının üzerinde duran kaselerin nasıl yere düşüp kırıldığını, aşağı inişimizi, apartmanın dışındaki otoparktan koca bir insan kalabalığı halinde yukarı, apartmana, balkonlara bakışımızı, sonra Adana'nın Haziran sıcağında o geceyi karşı apartmanlardan birinin terasında onlarca başka mahalleliyle birlikte geçirdiğimizi çok net hatırlıyorum. Üç buçuk yaşındayım. Hayata dair hatırladığım ilk anım. Hatta o terastaki geceden kalma, hâlâ annemlerin evinde duran mavi, plastik bir bardak var. Kimindi, neden bize geldi hiçbirimiz bilmiyoruz.

Birkaç ay önce Adana'dayken, o güne kadar hiç hatırlamadığım bir şey dinledim annemden. Depremden sonra yıllarca, evdeki açık pencerelerden esen rüzgar yüzünden sallanan perdelere bakıp deprem oluyor diye korkup ağlamışım. Yıllarca. Dünyanın en saçma rasyonalizasyonu filan herhalde, ama işte, tebrikler, yepyeni bir travmanız oldu! Hem de üç buçuk yaşındayken, ayrıntılarıyla hatırlamakta bile zorlandığınız yarım dakikalık bir an yüzünden. Sonra sahiden de sallanan perde metaforunu gözümün önüne çok kolay getirebildiğimi ve zihnimde bunun deprem özelinde bir karşılığının olduğunu fark ettim. Dedim ya, insan aklı işte.

"[İki gün önce] Elazığ ve çevresinde insanların büyük çoğunluğu, izlerini kalplerinde ömür boyu taşıyacakları şekilde yaralandı. Acılarını derinden paylaşıyorum. Hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarınaysa kendilerini onarabilmeleri için kuvvet diliyorum..." diye bitirmiş sözlerini Şebnem. Enkaz altındaki insanlarla empati kurabilmek, öyle laf olsun diye de değil, anlayarak, bilerek, hissederek, başkalarının deneyimlerini kendi yaşamının süzgecinden geçirerek, fark ederek bunu yapabilmek, duygusal olarak kolay rastlanır şey değil. Gelin görün ki ender karşılaşılması gereken bu gibi felaket hikayeleri, bu toplumda kolayca benzerinin bulunabildiği diğer hikayelerle hemencecik eşleşiveriyor. Ben bu acıyı biliyorum diye çıkıyor birileri, ben bunu yaşamıştım, ben bunu izlemiştim, ben bunu hissetmiştim. Sonra birkaç satır yazı okuyorsun işte, hatırlamadığın çocukluk travmaların ve vicdanın öyle baskın geliyor ki huzurla kitap okumayı planlayarak girdiğin evde kendini böyle cümleler yazarken buluyorsun. Keyfin hep kaçık, sokakta denk geldiğin büyüklü küçüklü herkes aynı şeyden bahsediyor, toplumsal belleğin ve gündemin bir noktada mutlaka eşitleniyor.

Gezi döneminin başlangıcı üniversite sınavımın iki hafta öncesine denk gelmişti örneğin. Bu ülke, derslere odaklanıp çalışmamı güzelce engelledi o süreçte. Berkin'in cenazesi için okulu kırmıştım, Soma dönemi yine öyle. En son hatırladığım, İstanbul yerel seçimlerinin YSK tarafından geçersiz sayıldığı akşam hararetle ders çalışıyordum, haberi alınca kendimi yine istemsizce gündemi takip ederken bulmuştum. Bunca saçmalığın içinde kendimizle ilgilenecek vakit bulup az biraz bireysel yatırım yapabilmemiz açıkçası baya takdir edilesi. Üç gecedir yapmak istediğim hiçbir şeye odaklanamadım, anlık video'lar izleyip moralimi daha da bozmaya devam ediyorum.

İşin kötüsü, tüm bu tantana birkaç haftaya bitecek, gündem yavaş yavaş değişecek, insanlar kamusal alanlarda ya da sosyal medyada gülüp espriler yapmaktan ve hayattan keyif almaya devam etmekten utanmamaya başlayacak. Ama toplum davranışlarından azıcık anlıyorsam, bazıları için daha yoğun, bazıları içinse yalnızca belirli tarihlerde somut olarak hatırlanacak, yine de bir şekilde hep var olacak bir yas süreci gelecek. Tüm travmaların ardından gelir, 'toplumsal' olanlarının da zamanla yok olduğuna pek rastlamadım Türkiye'de. Hatta travmanın üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, kitlesel olarak bu travmayı tecrübe etmiş toplumların neredeyse tümünde travmanın silik izlerine rastlanır. Bir sonraki travmayla bir önceki silinmez, belirli tarihlerin ortak olarak temsil ettiği belirli olaylar ve olgular ortaya çıkar, çoğalır ve bir zaman gelir ki takvim üzerindeki bütün tarihlerin bir başka travmanın yıl dönümü olduğunu fark edersiniz. Kısacası yas bitmez, unutulmaz; kolektifleşir. Kamusal yas bir noktada ulusal kimliğin temsili olmaya başlar.

Görünüyor ki travmatize olmamız için artık belirli bir sınıfa ya da kimliğe sahip olmamız gerekmiyor, bir şekilde akla hayale sığmayacak felaketlerin başrol oyuncusu, figüranı ya da yoldan geçip tanık olanı olabiliyoruz. Bir sonraki felakette yerler kolaylıkla değişebiliyor, bir bakıyoruz sonraki mağdurların yüzlerine bakıp hiçbir şey bilmeden yaralandıklarını anlayabilmeye başlamışız, falan filan. Literatür ya da psikoloji bilimi ne diyor bilmiyorum ama toplumsal travmaların en çok zarar görenleri doğrudan yaralananlar ya da aileler değil sanırım, bir felakete uzaktan ya da yakından tanık olmak da son derece acı veriyor. Eskilere kıyasla daha kayıp bir nesil olduğumuza inanmaya devam ediyorum; lakin görünen o ki yeni Türkiye'nin yeni gençleri de Ahmet Hamdi'nin tasavvurundan çok uzakta değiller ve olmayacaklar.

Gündelik rutinlerimizden koparılmadığımız, iyileşmeye ve kendimize zaman tanıyabildiğimiz, sakin ve olaysız geçirebileceğimiz uzun ömürler dileğiyle bir başka Tanpınar alıntısıyla yazıyı noktalayayım.

"Doktor çağırmak âdetti. Hastalar iyileşsin iyileşmesin doktor çağırılmalıydı. Ne hayat, ne de ölüm adını verdiğimiz kardeşi, doktorsuz olurdu. Hele ölüm... Yaşadığımız dünyada başında doktor olmadan ölmek adeta ayıptı. Bu ancak muharebe meydanlarında, insanlar toptan, binlerce, on binlerce öldükleri zaman olabilirdi. Çünkü ölüm aslında pahalı bir şeydi. Fakat bazen ucuzlar, herkesin olurdu."**

Sevgiler,
Nazlı

*Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur, s. 368.
** Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur, s. 384.