İşe gitmeyeli 6 ay olmuş. Şimdi bunu söyledim diye işe gitmeye başlarsak gerçekten kendime çok sinirlenirim. Bira içip Six Feet Under izliyorum, bir çarşamba gecesi yapılabilecek en güzel aktivitelerden biri sanırım.
Bugün ilk defa, akşamüstü caddede yürürken İstanbul'daki hayatım bir illüzyonmuş gibi hissettim. Zaman geçtikçe bazı çok net hatıraların üstü tozlanıyor. Evimin sokağını, kullandığım metro istasyonunu, Kadıköy'de en sevdiğim cafe'nin koltuklarını, vapura binmeyi, sabah kalkıp bir yere yetişmeyi, iş yerimdeki kahvecinin fiyatlarını, maskesiz yürümeyi, sahilde bisiklete binmeyi, kapalı bir mekanda çay içip kitap okumayı, arkadaşlarımla yüz yüze sosyalleşmeyi unuttum. Öyle lafın gelişi de söylemiyorum, basbayağı tüm bunlar nasıl yapılıyordu, hatırlamıyorum. Şehirlere, isimlere ve dört duvar dışındaki bilimum fikre yabancılaştım, çok garip. Ara ara eskiye ait bir anıyı zihnimde canlandıramadığımda çok şaşırırdım, şimdi eski hayatlarımıza nasıl döneceğimizi hayal dahi edemiyorum. Neyse ki herhangi bir şeye dönüş yaptığımız ya da yapacağımız da yok gibi görünüyor. Her şey -ilk günkü gibi değil ama- hâlâ ciddi ölçüde üzücü, gençliğimizin en güzel zamanlarının böyle heba olmasına çok içerliyorum. O yüzden düşünmemeye çalışıp kendime yeni meşgaleler ediniyorum.
Geçenlerde Amerikalı bir abimiz kitabını Türkçeye çevirmek isteyip istemeyeceğimi sordu. Home office'te işler alışılmadık şekilde yoğun ilerliyor. Yaz bitti, Eylül'ü yarıladık, sonbahar Adana'ya henüz gelmedi ama akşamları açık alanlar esmeye başladı. Şimdi değilse ne zaman yapabilirim ki diye düşünüp kabul ettim. İki hafta filan oldu, boş zamanlarımda ciddi ciddi kitap çeviriyorum. Burayı iyice günlük gibi kullanmaya başladığım için üzgünüm ama her şeyim gibi günlüğüm de İstanbul'da ve bu da beni üzen şeylerden birisi. Yazın başında evde olmak çok iyi geliyordu, haftalar süren mecburi karantinadan sonra hem ailemi görmek, hem mekan değişikliği, hem de sorumluluklarımın azalması çok hoşuma gitmişti. Sanki 2015 yılının yaz mevsimindeydik de ben Eylül'e kadar tatildeydim, İspanya'dan dönmüştük, ah ne güzel günlerdi, arada denize gidip geliyorduk, yanılmıyorsam bir süre Eskişehir'de kalmıştık, sonra Adana'da olduğumuz vakitte boş zamanlarımızda annemle evi boyadık, tesadüfen Poyraz Karayel izlemeye başladık, o kadar güzel zamanlardı ki 2020'nin yazı da öyle geçiyor diye düşündüm benzer huzur katsayılarından dolayı. Sonra tabii yaz sonuna yaklaştık, önümüzde muazzam bir belirsizlik. İstanbul'da bir hayatım vardı ama inanın hatırlamıyorum. Sonra bir zamanlar Adana'da da bir hayatım olduğunu hatırladım, hem de hayatımın tümünün burada olduğunu. Bilemiyorum, zaman zaten her halükarda çok hızlı geçiyor ama 2020 gerçekten olağanüstü bir performans sergiledi. 31 Aralık gecesini düşünüyorum, 'hoş geldin 2000' isimli full 70'ler-80'ler-90'lar barındıran bir playlist hazırlamıştım. O kadar saçma ki Eylül ayında oluşumuz. Yani, yok artık. Mart'ın 16'sı üzerinden 6 ay geçmiş. O günden beri hiç toplu taşıma kullanmadım mesela. 1000 tane falan dizi izlemişimdir, kitap çevirmeye başlayana kadar iyi de kitap okuyor gibiydim ama 6 ay nedir? Hayatımın 51'de biri yapıyor.
Seneler sonra ilk kez Adana'da bu kadar alanım var. Eşyalarımı valizimden çıkarıp dolabımı düzenlemem gelişimden yaklaşık 4-5 hafta sonrasına tekabül ediyor. Birinci haftanın sonunda çalışma masamı ve çekmecelerimi elden geçirmiştim. Şimdi de saçma sapan bir şekilde alıştım buraya, 7 yıldır 1-2 aydan uzun süre kalmadığım odam, hiç ayrılmamışım gibi asıl odam haline geldi. İnsan beyni o kadar acayip ki her şeye hemen alışabiliyor. Korkutuyor bu durum beni. Hadi dönüyorum desem, öyle kolayca tamam diyip dönemem örneğin. Alıştım. Çok saçma ama çalışma masamı çok özlemişim. İstanbul'da dorm'dan beri bu kadar geniş çalışma masam olmamıştı, bu kadar büyük odam da olmamıştı düzenli olarak kaldığım ve uyuduğum.
Neyse işte. Bu arada kalmışlık bir yandan canımı sıktı, bir yandan da normalde hiç bulamayacağım fırsatlar verdi elime. İşte sonuçta evden çalışabilmek büyük lüks, istediğim zaman ofise gidebilecek olsam -böyle maskesiz ve özgür ve sağlıklı günlerde- daha ne isterim, ailemle yaşayamam diyen çoğunluğun aksine gördüm ki gayet sıkıntısız idare ediyoruz bizimkilerle, İstanbul'dan uzun süreyle ayrılmak çok ama çok iyi geldi, yeri geldi hem çalıştım hem tatil yaptım, öğle arasında, mesai bitiminde koşa koşa denize atladım. Değişik bir deneyim işte, yıllar yıllar sonra uzunca süreliğine burada olmak, sanki hiç gitmemişim gibi. Başlarda tatil gibi geliyordu işte ama, dediğim gibi, zaman geçtikçe o algı da kayboldu ve 2013'ten sonra yaşadığım her şey aslında var olmayan bir sürece dönüştü. En güzel yanı, Adana'da vakit geçirebilmem, kendi gücümü kavrayabilmem ve azıcık da olsa para biriktirebilmem oldu bu pandeminin. Bitecek mi bitmeyecek mi, daha ne kadar canımızı yakacak bilmiyorum; ama en kısa zamanda atlatabilmemiz hâlâ en büyük temennim.
PS: 2014'ten sonra ilk kez Altın Koza'da buradayım, kapalı alanlara giremiyorum fakat nehir kenarında açık havada film izliyorum.
PS 2: İstanbul'u çok özledim.
Sevgiler,
Nazlı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder