Bir şeye ihtiyacım var, bir şeye ihtiyacım var diye dolanıp durduğum son birkaç saatin ardından, en son gidip kendime şarap doldurdum. Öncesinde de papatya çayı içiyordum ama. Not: İhtiyacım olan şey şarap değil ama yardımı dokunuyor. Yazının buradan sonrasına bu bilginin ışığında devam ediyoruz.
Birkaç haftadır iş yerinde normalin üzerinde bir yoğunlukta çalışıyoruz, iyi ihtimalle 10 gün sonra filan biraz rahatlayacağız. Çalışmayı ve yoğun olmayı gerçekten seviyorum ama iki gündür de aklımın köşesinden şu düşünceyi çıkaramıyorum: "Benim burada ne işim var?" Aslında lisansı bitirdiğimden beri -ki bitirmeden önce de- okulu özleyeceğimi ve ekstra monoton iş hayatından sıkılacağımı hep birlikte biliyorduk. Hatta buna kendimi fazlasıyla hazırladığıma bile inanmışım ki şimdi ara ara akademi lafı geçince heyecanlanmama şaşırıyorum. Tercihlerime ve hayatıma haksızlık etmemek için zihnimi zorlayıp şunu anımsadım, üniversite üçüncü sınıfta dorm'da uyandığım bir sabah, bugün yataktan kalkmak için hiçbir motivasyonum yok diye mutsuzluklardan mutsuzluklara sürükleniyordum. Anımsamanın da ötesine geçtim sonra, o mutsuzluğu bizzat nedenleriyle filan hatırladım, çok da haklıydım.
Dönem dönem kendimi bulunduğum yerin çok ötesinde bambaşka bir konumda olmam gerekiyormuş ve her ne yapacaksam onu yapmak için vakit kaybedeli çok olmuş gibi hissediyorum. Büyüdükçe biraz azaldı bu hissin yoğunluğu. Mesela 21 yaşında her şey için çok geç kalmış olduğuma neredeyse emindim. Sinema filan okuyor olmam gerekiyordu, Boğaziçi'nde yer yer mutsuzdum, belki arkadaşlarım belki hocalarım, tatmin olmadığım bazı durumlar mevcuttu işte ne bileyim. Sonra sonra fark ettim durumun pek de öyle olmadığını ama işte, insan aklına her zaman söz geçiremiyor, özellikle fazla gençsen ve sosyal medya, teknoloji, çok başarılı arkadaş çevresi derken dünyanın her yerinden her türlü insanın yaşamına rahatlıkla erişebiliyorsan. Kıskançlık mıdır, başarısızlık korkusu mu, yoksa takdir edilme isteği mi bilmiyorum. Sadece 21 yaşında kafası karışık bir gençsen, ihtimallerin çokluğu kafanı daha da karıştırabilir demek istiyorum.
Neyse işte, bu durum baya azaldı. Her ne yapmak istiyorsam -onu keşfetmek için bile- suların zamanla akacağını, sonra bir şekilde her şeyin yolunu bulacağını düşündüm. Nitekim öyle de olacaktır ama bir noktada kendini ve hayatının nereye doğru gittiğini, kafanı topraktan çıkarmak suretiyle gözlemlemen gerekiyor. Yoksa path dependency, insan hayatı düşünüldüğünde tehlikeli birisi olabilir. Bir bakıyorsunuz bankacı olup title üzerine title almışsınız, dönsen dönülmez yol. Korkutucu yani.
Bu yazıya neden başladığımı hiç bilmiyorum ama çok mutsuzum. En son ne zaman ağladığımı düşünüp hatırlayamadım. Normalde günlüğe yazacağım, tamamen bilinç akışıyla dolu bu saçma sapan satırları, kalem tutmaya çok üşeneceğimi fark edip blog'a dökmeye koyuldum - pek yaptığım şey değildi uzun zamandır. Nasılsa kimse okumayacak diye devam ediyorum, thanks.
Akran baskısı çok ağır bir şey. Yapmak isteyip istemediğimden emin olmadığım bazı şeyler konusunda, sırf evet herkes böyle yapıyor dediğim için aksiyon alırken buluyorum kendimi. Bakınız, ya acaba akademi mi istiyorum ben gerçekten diye kendimi ikna çabalarına girip bir sürü başvuru yaptım. Arada IELTS'e falan girdim, güzel bir SoP yazdım, referanslar peşinde koştum, acelesi olmamasına rağmen pasaportumu yenilettim filan. Yani evet yurt dışına birkaç seneliğine kapağı atsam, bu esnada da siyaset bilimi, kentleşme, küreselleşme falan okuyup yazsam harika olur ama sene olmuş 2020, gelmişim 25 yaşına, bir bakıyorum ki kendimi -istediğimi sandığım pek çok şeyi yapmaktan- bile isteye alıkoyuyorum. Bir keresinde -sene 2017- Erasmus başvurusu yaptığıma çok emin olduğum halde, sonuçlar açıklanınca adımı listede hiçbir şekilde görememiş, neden böyle oldu ki diye şaşırmış, dakikalar sonra -meğer- hiç başvuru yapmadığımı fark etmiştim. Kendi kendimi içten içe istemediğim şeyler konusunda engellemekte üstüme yok. İsveç'teki birkaç okulun master programları için enstitü bursuna başvurmaya çalışıyorum şimdilerde, deadline 20 Şubat, ama ben öyle yoğunum ki belgeleri toplamayı gerginlik üstüne gerginlik yaşayarak erteliyorum. Hayır başvurmaktan da vazgeçemem zira PARA VERDİM. 90 Euro kaç TL yapıyor biliyor musunuz?! (570 falan...)
Yazı gittikçe daha da IQ killer bir vaziyet aldığından yavaş yavaş kapatayım diyorum. İşten de, İstanbul'dan da, saçma sapan kıştan ve yoğunluktan da inanılmaz sıkıldığım için, en azından bir hafta sonu için bile olsa Adana'ya kaçayım diyorum ama uçak biletleri çok pahalı. Üzülüyorum yani, bakın yeniden söylüyorum, sene olmuş 2020, hâlâ A noktasından B noktasına gitmek için tonla para vermek zorundayız. (Işınlanmayı bulsalar da uçak biletleri ucuzlasa.) (Bu arada Adana -2 dereceyken İstanbul'da, güneş altında, bileklerim açık vaziyette çay içtim bugün, lol.) Nisan'da karnavala gideyim istiyordum, yıllar sonra ilk kez midterm haftama denk gelmiyor diye acayip sevinmiştim, çünkü baya baya 2013 yılından sonra ilk kez aynı tarihlerde Adana'da olma şansına erişecektim. Sonra baktım ki gidiş dönüş bilet almaya kalksam 800 liraya mâl oluyor. Bütün çocukluğumun, 18 yılımın geçtiği şehre, kendime evime, bir hafta sonunu geçirebilmek için gitmek istesem, gidemiyorum. Ya siz kimin nereye girişini nasıl engelliyorsunuz? Vallahi oturup ağlamak için muazzam bahaneydi ama ağlayamadım. Onun yerine Etiler'in sonuna kadar yürüyüşe çıktım.
Geçenlerde annemlerle kendime Mayıs ayı için Saraybosna'ya bilet aldım, malum yeşil pasaportumu delgeçle delmek suretiyle iptal ettiler, ben de bir süre vizesiz alternatif kovalayacağım. Annem de birkaç gündür booking'den daire gönderiyor, vakit bulup bakamamıştım bir türlü. Şimdi hazır odamda bilgisayarın başındayım, seçelim birisini diye sırayla açtım. Yorum yapıyordum, biri için dedim ki belirtilen tarihlerde bunda yer yok. Ben gönderdiklerimi rezerve ettim, sen beğeneceksin sadece dedi...... İş hayatında, sivil hayatta, işte akademik ortamlarda falan beklediğim hizmet bu, herkes feyz alsın diye tweet atmam gereken şeyi buraya yazdım.
Sonuç olarak hâlâ fevkalade amaçsız ve mutsuz hissediyorum ama durum budur. Aynı anda Oğuz Atay ve David Harvey okumaya çalışıyor olmamdan da kaynaklanıyor olabilir bu durum ama bilemiyorum. Cumartesi günü Kadıköy'de kötü bir oyun izlemeye gideceğim ve gerçek sanatseverler iyi bilir ki kötü oyun izlemenin vazgeçilmesi imkansız bir keyfi vardır.
Şarabım bitmedi. Dediğim gibi, ihtiyacım olan şey o değil ama it helps.
Sevgiler,
Nazlı
* Yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık;
Sonunda kötü bir şey olur korkusuyla yaşadı
Selim Işık
Her olayı. Eski bir yara izi içinde sızladı, her eğilişinde
İnsanlara. Dünyaya bir daha gelişinde
Çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli.
Büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.
İkinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacak.
Kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak.
Oğuz Atay - Tutunamayanlar, s. 122.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder