Aile evinde üçüncü ayımın içindeyim. 2015'ten beri ilk kez bir yaz boyunca bu kadar İstanbul dışındayım. Bütün hayatım boyunca da yalnızca bir kez daha yaz mevsiminin tamamını Adana'da geçirmiştim sanırım. Bu ikinci oldu.
Karantina günlüklerime devam ediyorum. Şaka şaka, karantina filan kalmadı gördüğümüz üzere ülke hatta dünya çapında ama ben tüm eşyalarım gibi günlüğümü de İstanbul'da bıraktığımdan mecburen buraya yazıyorum. İtiraf edelim artık hepimiz sıkıldık. En sosyalinden en introvert'üne, en normalleşme sevdalısından en izolasyon yanlısına herkes şu virüs gitse de eski sıkıcı hayatlarımıza geri dönsek diye bekliyor. Plazalara filan bile tamamım ben. İş çıkışı gider Galata'da bir yerlerde oturur rahat rahat muhabbet ederdik ya dezenfektan, maske derdi olmadan. Neyse. Hava o kadar sıcak ki bir hava ancak bu kadar sıcak ve ancak bu kadar nemli olabilir. Klimasız ortamda verimliliğim %86 seviyesinde bir düşüş gösteriyor. Çalışmak, okumak, izlemek, sadece durup tavanı seyretmek ve hatta uyumak bile imkansız. Bu bir yandan iyi çünkü insanlar neden güneşe ateş etmekle itham ediliyorlardı bunu hatırladım: gerçekten çok sıcak, dayanılmaz bir sıcak, aman Allahım bu ne sıcak, soğutulamayan bir sıcak, küresel bir sıcak, Yiğit Özgür'ün Antalya'da parkta oynayan ve sıcaktan ağlayan çocuk karikatüründeki türden bir sıcak. Yüzdüğünüz deniz bile sıcak. Sabahın 7'sinde çarşaf gibiyken de sıcak, akşamın 7'sinde daha dalgalıyken de. Bir ara arka balkonda yumurta kırıp pişmesini izleyeceğim, güneşe dondurma tutup 20 dakikada erimesine çok şaşıran ve bunda bir haber değeri gören İngilizlere inat.
Kıyafetlerim, ayakkabılarım, her türlü ilgi çekici eşyam gibi kitaplarım da İstanbul'da kaldığından (ve heyecanla dönüşümü beklediğinden) -valizimde getirdiğim dört kitabı tükettikten sonra- ne okusam diye bakınıyordum evde, dedim ki aa Suç ve Ceza okuyayım. Çünkü bazen 25 yaşındasınızdır ve bazı kitapların okunma yaşı vardır (bence hep 25'ti); ama bu fikir gözümü biraz korkutmuş olacak ki kendime bununla ilgilenemememe yol açacak başka meşgaleler bulmaya karar verdim, sonra da oyun yazmaya başladım. Aklıma hep, daha Mart'ın 14'ünde sosyal medyada karşıma çıkan, Shakespeare'in veba salgını esnasında karantinadayken Kral Lear'ı yazdığı bilgisi geliyor. Mart'ın 14'ünde bunu paylaşıp ben de muffin yaptım demiştim. Tecrit muffin'i. Mart'ın 14'ünde. Daha tecritte bile değiliz, karantinanın eksi 2. günü, gerizekalı Nazlı. Gerçekten hepimiz bu ev hapsi sürecini Nisan'da filan bitireceğimizi zannediyorduk ya ciddi ciddi. Mayıs sonu fikri çok korkutucu geliyordu. Ağustos oldu. Her şey dün gibi. Daha okullar açılacak (güya), ikinci dalga gelecek. Bunun sonbaharı var, kışı var, kapalı mekanlara tıkılıp kaldığımızda vaka sayılarının birden artacağı dönemi var. Bunca şey gördük deneyimledik, hâlâ inanılmaz geliyor. Ara ara kendimi dinleyip ne yaşıyoruz biz diye soruyorum. İlk birkaç hafta şaşkınlıktan rüyalar görüyordum. Rüyalar bitti, gerçeğin karşısında duyulan şaşkınlık bâki.
Artık İstanbul'a dönmem gerek ama uçağa binmeye çekiniyorum. Siperlik aldım hepimize, çok saçma. Lazım olur belki bulunsun diye. Sosyal tarih yazıcıları bunları da yazın ileride. Renkli siperlikler satın alıp nasıl durdu diye aynada kendimize bakıyoruz. Delilik. Maskelerle geziyoruz sokakta. Delilik. Beş ay oldu neredeyse. Delilik ötesi. Delirmiyoruz da, orası daha saçma. Resmen alıştık ya nasıl alıştık hiç anlamıyorum. Mart'tan beri iki metreden daha yakından görüp muhabbet ettiğim tanıdık insan sayısı kaç bilmiyorum, on filandır en fazla. (Saydım, on iki.)
Zaten corona meselesi dışında da güzel olan herhangi bir şey kalmadığı için, pandemi sürecini bitirsek dahi mutlu olamayacağımız gerçeğini kabullenerek hayatıma evde devam etmenin o kadar da kötü bir şey olmaması gerektiğine kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Yapacak bir şey yok. Dizi-film-kitap takılacağız artık.
Sanırım o ilk şoku ve bilinmeyenin korkusunu atlattığımız için önümüzdeki süreç biraz daha sakin geçecek. Ama tabii bu sakinlik doğrudan tedbirsizliğe yol açacak olursa, hali hazırda zaten artmış olan ambulans seslerinin devamı daha da artarak gelecek. Çok saçma ama İstanbul'daki evi boşaltsaydım, kira ödemeyip evden çalışarak bir senede güzel para biriktirebilirdim. (Bu varsayımda ekonominin mevcut durumu gözardı edilmiş, enflasyon sıfır olarak alınmıştır.)
Bilemiyorum Altan, ufukta gelecek görünmüyor.
PS: Netflix'te Şubat izliyorum. Bir yerli dizi gurusu (estağfurullah) olarak söyleyebilirim ki, şimdiye kadar merakı canlı tutarak götürmeyi başardı. 12. bölümdeyim, buradan sonra inanılmaz bozuyorsa bilemem tabii ama şimdilik kıymeti bilinememiş işlerden gibi görünüyor ve bu durum beni biraz üzdü.
Bir sonraki yayını hangi şehir sınırları içinden girerim bilemiyorum ama dört duvar arasında olacağım kesin.
Sevgiler,
Nazlı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder