16 Mart 2020 Pazartesi

Ulusal Felaketler ve Bireyin Bitmeyen Istırabı, Mart 2020

Türkiye'deki vaka sayısı 18'e çıktı. İki gündür sosyal izolasyon sürecindeyim ben de, mümkün olduğu müddetçe evdeydim - ki yarın işe gideceğim. Sabah 8.30'da, baya toplu taşıma kullanarak, suratımda %90 ihtimalle bir işe yaramayan tek kullanımlık maskelerden biriyle. Kendim için zerre endişelenmiyorum ama ulusal felaketlerden, bitmeyen ıstıraplardan bıktım. Şu an İstanbul'da, yetmiş metrekare evimde sıkışıp kalmış hissediyorum ki psikolojimin bu süreç öncesinde de muhteşem olduğu söylenemezdi. Çok mu güçsüzüm, neler oluyor emin değilim fakat önümüzdeki Cuma akşamı Adana'ya, annemlerin yanına uçacaktım üç günlüğüne. Noel tatilinden beri eve gitmiyorum, iş hayatım bir ara inanılmaz yoğunlaştı ve o karmaşa bittiğinden beri eve gitmek için gün sayıyorum. Bu virüs meselesi o kadar kötü bir zamana denk geldi ki yerimden kıpırdasam hem annemle babama hem de ülkedeki sayısız insana tehlike arz edeceğim; yerimden kıpırdamazsam da muhtemelen akıl sağlığımı yitireceğim zira izolasyon için hiç de optimum şartlarda değilim.

Bu 'ulusal felaketler ve bireyin bitmeyen ıstırabı' geyiği yapıştı kaldı üzerime. Hikayesi de şöyle, birkaç hafta önce Boğaziçi Edebiyat'tan Halim Kara hocanın, Ahmet Hamdi'nin Huzur romanıyla ilgili bir makalesini* okuyordum. Makalenin başlığı Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Savaş Eleştirisi: Huzur'da Savaş, Istırap ve Birey. Bir bölümünde de Ulusal Felaketler ve Bireyin Bitmeyen Istırabı şeklinde bir ara başlık var. Yani hayatımızın öyle güzel bir özetiydi ki kayıtsız kalamayıp her yerde kullanmaya başladım. Hatta ilgili sayfanın çıktısını alıp ofiste panoma astım falan, İngiltere haritasının hemen yanında duruyor. Şimdi bunları yazarken de aklıma şöyle bir şey geldi, 2017 yılının Ocak ayında bambaşka bir mevzu için şunları söylemişim: Aylardır bilinmez sonumuz hakkında varsayımlarda bulunup konuşacak insan arıyoruz çaresizce, Huzur'un Mümtaz'ı gibi. Hayatımın her alanında Mümtaz karakteriyle bu kadar ortak nokta bulabiliyor olmama fena halde içerledim şu an. Mümtaz ben miyim acaba, umarım değilimdir.

Normalde olsa birkaç haftalığına evde takılmak fikrine pek karşı çıkmam çünkü okumak-yazmak-izlemek-kendine vakit ayırmak şahane şeyler. Lakin gelin görün ki işler hiç beklediğim gibi gitmiyor. Hayatımda yolunda olmayan sayısız durum varmış, üst üste gelince yok saydığım birkaç tanesini daha fazla görmezden gelememeye başladım. Kendilerini ifşa ettiler, bak biz de burdayız diye bas bas bağırıyorlar. Geçen yıl bu sıralar, hayatımın yine en kötü diye tabir edebileceğim zamanlarından birini yaşarken şöyle bir tez öne sürmüştüm: "Büyük derdin küçüğü unutturması çok acayip, insan bin türlü şeye üzülüyor ama akılda da duyguda da hep en büyüğü kalıyor. Mutluluklar öyle değil ama, aynı anda büyük küçük bir sürü şeye sevinebiliyorsunuz. Şey gibi yani, sanki mutluluklar birikir ve toplanır, üzüntülerin en büyüğü alınır gibi bir kural buldum az önce." Hayattaki diğer bütün dertlerimi unuttum mu bilemiyorum ama karantina sürecinin günlerimi domine ettiği açık. Yarın büyük ihtimalle önce Adana biletimi, sonra da Mayıs ayında çıkmayı planladığımız Bosna tatilinin biletlerini açığa alacağım. Virüs, karantina, çekirge sürüleri, gökten yağan patlıcanlar, çamur yağmuru filan derken birisi Twitter'da "İncil okuyacaksanız hiç sırası değil bakın" yazmış, çok güldüm.

Bir süredir saçma sapan hislerle mücadele edip -hayatımda da bir şeyleri değiştirecek gücü ve kararlılığı kendimde bulamayıp- başka mutsuzluklara sürükleniyorum. Ağlamakla o anki hüznü kullanarak bir şeyler yazmak arasında kaldığımda hangisini seçtiğimi hatırlayamadım, sanırım genellikle ağlamaktan da kaçıyorum. Misal, uyumam gereken saatte gereksiz blog yazısı girmek. Genelde kolay üzülen, kolay kırılan, kolay etkilenen ya da sıklıkla ağlayan biri miydim bunu da hatırlamıyorum açıkçası. Son zamanlarda ara ara en son ne zaman ağladığımı hatırlamaya çalışıp cevabı bulamadım sadece, bunu biliyorum. Neyse, sonra bir Cuma öğleden sonra ofisin ortasında ağlarken buldum kendimi, bu da saçma çünkü hemen öncesinde kızlara az sonra tuvalete ağlamaya gideceğimi söylemiştim. Demek ki bir şeyler çok birikince insan arkasına sığınacağı bir tuvalet kapısı aramayı bile külfet görüyor. Başarısızlık, olamamışlık, yetememişlik, özgüvensizlik, işte ne bileyim, öyle her zaman da benimle olmadığını bildiğim -akla gelebilecek- her türlü eksiltilmiş hisle dolup taşınca insan, artık yanında da anlatıp rahatlayabileceği kimseyi bulamayınca herhalde, olur olmadık yerlerde, gizli saklı demeden ağlarken buluyor kendini. Komik. Eskiden böyle olmazdı. Bu cümleleri de, eskiden olsa çok daha güzel yazabilirdim diye düşünüyorum mesela şimdi. Elimde değil. Ağlamak istiyorum ama daha çok ağlamadan hemen önce kendimi yanında bulabileceğim insanlar istiyorum sanırım. Bencillik etmek istemiyorum ama şu saçma sapan karantina süresini ailemin yanında geçirebilmek istiyorum. İki aydır annemi görmüyorum yahu, master'a filan gitsem bu süreyi nasıl uzatırım bilemiyorum.

İstanbul'dan üç günlüğüne değil ama daha uzun süreyle kaçabilmek istiyorum. Kafam öyle karışık ki dağıtabilmek için çalışmam lazım ama keşke işe değil de okula gidiyor olsam. Yoklama kağıdı imzalamayı özledim, bir şeyler öğrenebildiğim derslere gidip not tutmayı özledim, arkadaşlarımı özledim, dorm'u bile özledim. Neredeyse 7 yıldır yaşadığım bu şehirde, son 6 yılımın geçtiği üniversite kampüsünün sadece 2 kilometre filan uzağındayım ama öyle bir mesafe ki sanki yıllar boyunca öğrendiğim her şeyi de unuttum son birkaç ayda. Ne istediğimi bile unuttum. Sıkıştım kaldım. Mutsuzum demek istemiyorum çünkü onca yaşanandan sonra elle tutulur, gözle görülür, sağlık boyutlu bir sorun olmadıkça canımı sıkmayacağıma dair kendime söz vermiştim defalarca ama canım sıkılıyor işte. Ara sıra, kendi kendime de, böyle kenarda köşede mutsuz olmaya hakkım yok mu acaba diye düşünürken kendimi suçlu hissediyorum. Senede birkaç gün, kendi hayatımdan ve yapmaya cesaretim olmayanlardan ötürü canımı sıkamayacaksam her şey çok saçma olmaz mı? Ağlamayıp tutunca başım çok ağrıyor çünkü. Kendimle duygularımı dışa vurmanın önemi konusunda tartışmalara girmemek için saate bağlı olarak yürüyüşe çıkabiliyor ya da dizi izlerken uyuyabiliyorum. Lise yıllarımdan kalma, edindiğim güzel bir yetenek. Bir şeyleri yok sayarak kendimi kandırıp duygularımı oyalayabiliyor, hatta manipüle edebiliyorum ama sonra küçücük bir meseleyle Kadıköy'de alakasız bir kafenin tuvaletinde ağlarken buluyorum kendimi. Bilen bilir çünkü, tuvalette ağlamak baya ezik bir şey. Bir kez Kuzey'de kütüphane arasında tuvalette ağlamamak için çıkıp çimlerde ağlamıştım da hazırlıktan bir arkadaşım yakalayıp yanıma gelmişti, ifşa oluyorsun böylece ama iki muhabbetten sonra kendini daha iyi hissediyorsun, tuhaf yani. Geçen yıl da Şubat ayının ortasında canım yine inanılmaz sıkkınken ağlamamayı seçip K-Park'ta önce Esra Hoca'nın ofisine, oradan da TK dersine girmiştim, bunlar sağduyulu ve olgun davranışlar mesela. Kendime bu tarz aksiyonlar almayı tavsiye edip gecenin 2.24'ünde bilgisayar ışığında bunları yazıyorum. Bir anksiyete önleyici olarak uyumaktan kaçmak.

Çocukken, hatta ergenken de, böyle keyifsiz zamanlarda, seni seven insanlara sığınmak, hatta çoğunlukla senin bir şey söylemene gerek kalmadan onların meraklanıp yanına gelmesi, seni çıkarsız düşünüyor olmaları filan tarifsiz rahatlatıcı şeylerdi. İş hayatında öyle bulamadığım bir şey ki bu, hayatımın geri kalanının hep böyle geçeceği fikri kalbimi sıkıştırıyor. Hayat boyu kitaplar okuyup güzel filmler seyrederek mutlu olunmuyor. Olunuyor sanıyordum çünkü beni mutlu eden diğer şeylerin bunca zaman hayatımda zaten var olduğunun farkında değilmişim. Son cümleyi yazarken ne demek istediğimi ben de tam olarak anlamadım, ama önemi yok. Korku filmi gibi haftalarca evlerde hapis kalıp pencerelerden şarkı söyleme romantikliğine gireceksek ben yokum. Olgun toplumlar olup bilimsel cevaplar sağlayın insanlara, yoksa karantina filan dinlemeyip eve uçacağım.

Muhtemelen aslı olmayan bir iddia, 'hayal kırıklığı' öbeğini ilk kez kullanan Tevfik Fikret'miş. Aradım, kesin bir bilgi bulamadım; ama internette yazıyor, o yüzden mutlaka doğrudur... Nedense yakın zamanda Aşiyan'a gidip biraz da orada durmak istiyorum zira ölülerden corona bulaşmaz.

Her şey tez zamanda yoluna girsin yoksa olacaklardan ben sorumlu değilim.

Sevgiler,
Nazlı.

*Kara, H. (Güz 2019). Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Savaş Eleştirisi: Huzur'da Savaş, Istırap ve Birey, 13-46.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder