Selamlar. Bu karantina süreci uzadıkça uzuyor, öyle ki hepimiz bir noktadan sonra günleri saymayı da, geleceği eskisi kadar düşünmeyi de bıraktık. Ben de herkes gibi istemsizce alıştığım bu ev düzeninde zamanı algılayışımın nasıl değiştiği üzerine kafa yoruyorum. Sanki kendimizi karantinaya aldığımız Mart ayının ortası bundan iki-üç hafta öncesiymiş gibi hissediyorum. Sosyal medyayı da öyle yoğun kullanıyorum ki, günlerimi diğerlerinden ayıran tek şey bu mecralarda yaptığım paylaşımlar sanırım - fotoğraflar, hikayeler, anlık yazılan tweet'ler, vesaire. Onlar da olmasa lineer zamanın içinde kaybolup gideceğim. Hiçbir olayı hiçbir anla ilişkilendiremeyeceğim.
Merak edip takvime baktım şimdi. Bugün, kişisel zorunlu izolasyonumun 68. günüymüş. Hiç inandırıcı gelmiyor. Arada o kadar az şey yaşadım ve o kadar az şey deneyimledim ki, beynim benimle minik oyunlar oynuyor. Zaman inanılmaz hızlı geçiyor, günler günleri, haftalar haftaları kovalıyor. Ben de sindirmeden yaşamayı seven biri değilim açıkçası, küçüklüğümden beri böyleydi bu. İzler bırakarak, anılarımı işaretleyerek, günlerimi belirli olaylarla ilişkilendirerek, bu olayları sabitleyerek filan yaşamayı severim. Son zamanlarda farkına varıyorum ki, tüm bu 68 günlük mini maceramda, hiçbir şeyin ne zaman olduğunu hatırlayamıyorum. Bir hafta öncesiyle bir ay öncesi inanılmaz şekilde birbirine karışmış durumda - ki tüm bu süreçte adına bullet journal dediğim ajandamı tutmayı da hiç aksatmadım.
Neyse, hava çok güzel. Pencerenin yanına, köpeklerini gezdiren maskeli insanları da izlemek üzere oturmuş bulundum. Ofisle ilgili birkaç işim vardı, sabah onları hallettim. Bu arada gelen market poşetlerini yerleştirdim bir posta, nohut ısladım, kahvemi yaptım; şimdi ananas ve kurabiye yiyerek bilgisayar başındayım. Dedim ki, bu bir yandan inanılmaz kısa süren ama bir yandan da esneyip duran karantina zamanını en azından elimin altında olacak şekilde kayıt altına alayım. İleride sosyal tarih yazıcılarına filan da katkısı olur belki. Yeri gelmişken de belki birkaç tavsiye veririm, karşılıklı memnun ayrılırız.
Öncelikle, gururla söylemek isterim ki uyku düzenimi öyle aman aman bozmadım. Daha geç yatıp daha geç kalkıyorum elbette, hatta normalden daha çok da uyuyorum; ama bu süreçle ilgili en sevdiğim şey şu oldu: karantina döneminde yaptığım ve yapacağım her şey mübahtır gibi bir ilke benimsedim. Normal zamanda olsa kendime kızar, vaktimi boşa harcadığımı düşünüp üzülürdüm, bu da pek çok verimli aktiviteyi engellerdi ama şimdilerde sahiden umrumda olmuyor. Dokuz saat mi uyumuşum, eh iyi, dilediğim gibi geçirebileceğim 15 saatim daha var diyip hayatıma devam ediyorum. Zaten evdeyiz, zamandan bol ne var yani.
İlk birkaç hafta daha zorlu geçti. Dışarıdan sıfır destekle hem karantina psikolojisini kaldırmak, hem bu olağandışı şartlar altında sağlıklı beslenmeye çalışmak, yürümek gibi hayatımın çok içinde olan bir egzersizi gerçekleştirememenin gerginliğiyle evde düzenli spor yapmanın yollarını aramak, bir yandan mesai, bir yandan asla bitmeyen ev işleri, sınırlar kapatılmadan bir yolunu bulup annemlerin yanına mı gitsem düşünceleri derken Nisan'ın ilk haftalarında bir şekilde rutinimi oturtmuştum. Bu esnada tabii bahar geldiği ve alıştığım bahar düzenini yaşayamadığım için keyfim kaçıktı ama -bahçelerinden yunusları izleyebilen Sabancı ailelerini düşünmezsek eğer- herkes benim durumumdaydı ve yapacak bir şey yoktu. Tarihe tanıklık etmek güzel; lakin tarihe maruz kalmak can sıkıcı. Bir şekilde buna da alıştık.
Tüm bu 68 günlük dönemde ilk defa deneyimlediğim bazı şeyler oldu herkes gibi. Karantinanın ilk verimliliği, hayatımda ilk defa köfte yapmam oldu. Yarım kilo az yağlı dana kıymadan (koyun etini hep tercih ederim ama İstanbul'da düzgün koyun eti bulmak çok zor) yaklaşık 30 tane küçük köfte çıkıyor ve hepsini buzluğa atmak suretiyle protein ve B12 ihtiyacınızı her an karşılayabiliyorsunuz. Yemek konusunda her geçen gün daha çok Emine Beder'e dönüştüm ama hâlâ pizza yapmadım mesela. Canımın çok fazla Tahin istediği bir gün, neden olmasın ki dedim ve Tahin'in en sevdiğim vegan menüsünden yaptım. Falafel, batata harra, humus ve haşlanmış pancar. Lavaşla işi daha da yukarılara taşımayı planlıyordum ama evde oklava yok, fark etmeden baya da lezzetli bir bazlama yapmış oldum. (Bu arada, bu falafel tarifi sanıyorum 6 kişiye gitti, hepsinden de çok güzel geri dönüşler aldım. Şimdi, blog'um okunuyormuş gibi yapıp birilerinin işine yarar düşüncesiyle tarif paylaşmayı isterdim ama yapmayacağım. Merak eden olursa sorsun lütfen. Lübnan mutfağı konusunda ciddi bir uzmana dönüşmüş olabilirim.)
Hava güzelleştiğinden beri küçük yürüyüşlerimi kendi sokağımın dışına çıkardım, çünkü sanırım bir grup insan gibi ben de yeni vaka sayıları ve ölümlerdeki küçük düşüşün yürüyüşlerimi uzatıp sıklaştırabileceğini düşündüm. Haftada iki gün 1 saat kadar yürüyorum, maske ve sosyal mesafe eşliğinde. Güneş gözlüğü takıp tatlı tatlı giyinince de sanki bir hayatım varmış gibi oluyor, insanların yoğun olmadığı saatlerde denenebilir belki. Şimdiye kadar en fazla Hisarüstü'ne kadar gidip geldim, yukarıdan Boğaz'ı seyredip geri dönüyorum. Yolda da bilimum çiçek, böcek, ağaç, kedi fotoğraflayıp kendimi iyi hissediyorum. Garip bir şekilde düzenli yoga yapmayı da başarıyorum sanırım, Adriene'in 30 Day Challenge'ından ilerliyoruz şu an, iki-üç günde bir, yirmi-otuz dakika.
Bu esnada, evet, günaşırı çimlerde yayılıp bira-Pringles yapmam gereken zamanlar gelip geçtiği için, mecburen bu dönem evde cipse düşmek durumunda kaldım. Biraz pişmanım ama çok da değil, garip bir şekilde kilo verdim hatta son iki ayda. Daha ilk haftalarda Ezel izlemeye başladım, üçüncü kez başlayıp bu defa ilerlemeyi de başardım. 44. bölümü bitirdim sanırım en son, karantina bitmeden finali görmeyi planlıyorum, bakalım. Çoğunluğun aksine neredeyse hiç Netflix izlemedim, Netflix'i bitirmek filan çok iddialı laflar. Neyse, iki defa Instagram'dan canlı yayın yaptım, bunlar baya eğlenceliydi. İkincisinde, evden çalışmak, online eğitim, sosyallikte gökyüzünün önemi ve karantina sürecine girmemizde Eyşan Atay'ın rolü hususlarında sohbetledik Bige'yle. Bir daha yapacak olursak biranızı-şarabınızı kapıp gelirsiniz. Güzel geyik yapıyoruz.
Unutmadan, geçen hafta hava inanılmaz sıcakken ve normalde olsa deniz sezonunu çoktan açmış olacağım günlerden geçiyorken Boğaz'a bakıp ne zaman yüzebileceğimizi düşünüp üzüldüm. Neyse en azından güneşlenirken kitap okurum diye kendime kamp sandalyesi sipariş ettim. Muhtemelen haftalar sonra gelecek bu online alışveriş yoğunluğundan ötürü ama bakalım. Balkonum yok, görece yeşil ve sakin bir mahallede, sessiz bir sokakta yaşıyorum. Çimlerin üzerine sandalyeyi atıp, aşağıda Ulus manzarasıyla kitap okuyup termosumdan soğuk kahve içmeyi planlıyorum. Bakalım. İlk kez online alışveriş yaptım bu arada, kitap bile almamıştım son iki buçuk ayda.
Kızlarla küçük bir film kulübü kurduk, 50'ler 60'lar Avrupa sineması izleyip Pazar günleri sabah 11'de Zoom üzerinde toplanıp tartışıyoruz. Bana inanılmaz güzel bahane oldu, oturdum İtalyan neorealizminden Fransız Yeni Dalga'ya, oradan Bazin'e, Truffaut'ya, auteur teoriye kadar bir sürü şey çalıştım. Hem ders notları karıştırdım, hem sayfalarca makale okudum filan. Keşke hep böyle yaşasak dediğim dönemlerden geçiyorum zaman zaman, saçma. Bir ara şöyle bir tweet atmışım: "Harry Potter’ları 14 yaşındaymışçasına tekrar okumak için muazzam bir fırsattı bu karantina ama günlerim “Ohaaaa, bunu da yapabilirim!” diye heyecanlanıp hiçbir şey yapmayarak geçiyor. Elimizde sonsuz karantina varmış gibi davranıyorum, umarım sonsuz karantinamız yoktur."
Gerçekten sonsuz karantinamızın olmamasını tüm kalbimle diliyorum zira annemleri görmeyeli beş ay oldu, yaz geldi, 68 gündür arkadaşlarımı görmüyorum, Boğaz'a, denize, sahile, kumlara, gökyüzüne uzun uzun bakmak istiyorum. Beren'in de dediği gibi hepimiz moleküllerimizi rafine ettik ve çeşitli frekanslarda birbirimizi bulduk, rica ediyorum karantina sürecini yavaş yavaş bitirelim. Baksanıza, bir grup insan olarak 2005 yılında yaşamaya başladık, Grup Hepsi bile barıştı, ben birkaç gündür Spotify'dan sadece Hepsi Bir albümünü dinliyorum. Her şey düzelse de Harbiye'de bir reunion konseri görsek, 11 yaşındaki kendimi de alıp giderim. İnanılmaz heyecanlanıyorum bu fikre çocuk gibi.
Bir süredir düzenli olarak dinlediğim birkaç podcast var. Aslında podcast fikrine alışmam Nilay Örnek'in Nasıl Olunur? işiyle başladı ama karantina sürecinde de takip ettiğim güzel şeyler var. Elif Key mesela, dersimiz: karantina adlı podcast'inde 5-13 yaş arası çocuklarla karantina sohbetleri ederek bu telefon konuşmalarını yayımlıyor, böyle bir işe başlamasının nedenini de blog'unda çok tatlı bir şekilde açıklamış. Hiç kayıtsız kalamadım, sabah kahvaltı hazırladığım, akşamüstü yemek yaptığım anlara denk getiriyorum ve çok eğleniyorum. Özgür Mumcu'yla Eray Özer'in Yeni Haller'i kafanızı daha çok vermeniz gereken meselelere yoğunlaşıyor, o yüzden bu seriyi daha mekanik işler yaparken dinliyorum. En son birkaç gün önce ayakkabı dolabımı yazlıklarla doldururken 'hijyenin 8 bin yıllık fantastik tarihi'ni dinledim mesela, baya severek takip ediyorum. Son olarak da, Mirgün Cabas'ın karantina sürecini nasıl geçirdiklerini sorarak muhabbet ettiği, tanınmış insanlarla yaptığı konuşmalardan oluşan Nasıl Gidiyor Karantina? var. Bu da neden bilmiyorum ama, benim ev hapsi sürecime çok iyi geliyor. Haftalık rutin bir temizlik esnasında hepsinden takribi 6-7 bölüm dinleyebiliyorum. Bakınız, ev işleri nasıl keyifli ve verimli hale getirilir.
Eklemeden geçemeyeceğim, o kadar uzun zamandır Tutunamayanlar okuyorum ki birisi yıllar sonra karantinada ne yaptığımı sorarsa Tutunamayanlar okudum diyeceğim. Umuyorum ki bu hafta tamamen bitecek kitap ve başucumdan kaldırıp kitaplıktaki yerine koyacağım. Bir de, dün bir paragrafta aklıma bir şey takıldı diye açıp Poyraz Karayel 4. bölümü baştan sona izledim. Sanırım asla akıllanmayacağım ya.
Bugün çok fena Arnavutköy'e inmek istiyordum ama yapmadım. Sahilde güvenlik önlemleri nasıl bilmiyorum, bu yazıyı bitirince Etiler'e doğru biraz yürüyeceğim, markete uğrarım, bir de ATM'ye gidip para çekmem gerekiyor. Sanırım bu yeni normale herkes kendi çapında bir şekilde adapte oluyor ama hepimizin içinde kendi güzel yaşantılarının özlemi var. Ben mesela, en çok sıradan küçük şeyleri özlüyorum. Bir yaz akşamı Tünel çıkışında arkadaşımı beklemek, işe giderken metroda müzik dinlemek, üstü açık bir cafe'de geç kahvaltı yapmak, vapurdan martıları izlemek, İstiklal'de saatlerce yürüyüp sıradan bir pub'da gündüz birası içmek, tek başıma sinemaya gitmek, Güney'de güneşi batırmak, boynumda fotoğraf makinesiyle dar sokaklar gezmek istiyorum. Zaten başka türlü nasıl yaşanır, bilmiyorum.
Sevgiler ve sağlıklı günler,
Nazlı.
* Arzular başka şey,
Hâtıralar başka.
Güneşi görmeyen şehirde,
Söyle, nasıl yaşanır?
Orhan Veli Kanık - Arzular ve Hâtıralar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder