30 Aralık 2022 Cuma

pooh patoloji testi, oversharing ve hoşçakal 2022

Hayatımda ilk defa yeni yıl kutlamayacağım, biraz garip. 2017'ye girdiğimiz yılbaşı akşamını İstanbul'da yurt odamda kendi başıma şarap içip Stolk izleyerek geçirmiştim. Türlü bahanelerim vardı, biraz da hastaydım ama asıl sebep canımın hiç de büyük kutlama yapmak istemeyişiydi. Gecenin sonunda kendime ayıp olmasın diye açıp The Holiday izlemiştim, birkaç saat sonra da Reina'da patlama olmuştu. Zor günlerdi, toplumsal olarak çok tedirgindik, mahallemizi terk ederken iki kere düşünüyorduk. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, 2017 yılı, hayatımda her şeyin neredeyse yolunda olduğu son zamanlardı.

Yeniden Adana'dayım. Normalde de Christmas zamanını Ocak ayının ilk haftalarıyla birleştirip böyle minik bir tatil yaratırım kendime ama bu sefer şartlar biraz farklı. Safari, en çok kullandığım sitelerin başına e-nabız'ı yerleştirmiş, gmail'den bile önce. Tabii ki bunu konuşmayacağız. Ciddi meseleler hakkında yazmaya başlarsam o meseleler kalıcılaşır diye korkuyorum. Geçen ay Pooh Patoloji Testi'nde* %87 oranında Tavşan çıktım. Zaten hangimiz biraz OKB'li değiliz ki diye düşünüyorum ama şu açıklama da kendime biraz üzülmeme neden olmadı değil:

"Tavşan'ın her şeyin mükemmel olması gerektiğini söyleyen, tekrarlı ve güçlü dürtüleri vardır. Sürekli bir şeyleri kontrol etmek ve düzenlemek gibi kompulsif ve tekrarlayan davranışlarda bulunur. Kendini takıntılarına göre yaşamak ve sıkı sıkıya uyulması gereken kurallar koymak zorunda hisseder. Bahçesi hep mükemmel bir şekilde düzenli olmalıdır. Sahip olduğu her şeyin belli bir yeri vardır ve biri eşyalarının yerini değiştirirse canı sıkılır. Evi temiz ve düzenlidir, onu durmadan temizler. Her şeyi kontrol altında tutması gerektiğini düşünür ve bunun diğer her şey için çok önemli ve gerekli olduğunu hisseder. Ancak, Tavşan'ın bu davranışlarının gelmekte olan bir tehlikeyi önlediğini hiçbir zaman görmeyiz. Tavşan'ın zihninde oluşturduğu alışkanlıklar, bu alışkanlıkların engellemesini beklediği tehlikelere kıyasla açık bir şekilde aşırıdır."

Welcome to my life tadında bir açıklama olmuş. Kendimi biraz da olsa serbest bırakabileceğime inandığım, hatta bunu ciddi ciddi denediğim anlarda nedense bir şeylerle sınanıyorum. Kutlamayacağım yeni yıl için mutfakta şarap eşliğinde tiramisu yaptım az önce. Normalde olsa 31 Aralık sabahı erkenden mutfağa girer, brokoli çorbası, 5-6 çeşit meze ve kabaklı kiş yapardım. Sonra akşam tam vaktinde sofraya yetişebilmek için koşa koşa hazırlanırdım. Bu yıl için de planım buydu belki, kendime ren geyikli servis takımı bile almıştım. Ama dediğim gibi, bu konuyu fazla konuşmayacağız.

Ciddiyet ve bomboşluk arasındaki uzun çizginin iki ucu arasında gidip geliyorum. (bkz. tahlil sonuçlarından yan sekmedeki yerli dizilere atlamak). Dün Sihirli Annem izledim. Bildik ve dertsiz hikâyelere sığınmak, şu sıralar bana yabancı gelen ve dert konusunda oldukça verimli olan hayatımı yaşamamı kolaylaştırıyor. Bu yüzden Youtube'dan en sevdiğim ship sahnelerini filan izliyorum. Bir ara Medcezir'e bile düştüm. Annem dün Yazgı izleyelim fikrini ortaya attığı için dertler havuzunda yüzerken Zeki Demirkubuz izledik gerçi. Mecburi kaliteli etkinlik.

Neyse. Çok ciddi ve sağlık merkezli meselelerden bahsetmek yerine seneyi burada, bu şekilde kapatmak istedim. Yeni yıl, bazı bucket list'ler, yeni bullet journal (iflah olmaz bir oğlak burcuyum), gerçekleştirilmiş ya da gerçekleştirilmeye fırsat bulunamamış hedefler filan, biraz bunlardan bahsedeceğim.

Öncelikle, bence senenin ikinci yarısı çok verimli geçti. Yazın üçü yeni toplam on şehir gezmişim. Bir ara iki haftada bir seyahat ediyordum. Yeşil pasaportum elimden gittiğinden ve Euro 20'lere dayandığından beri yurt dışına çıkmadığım için kendime kızamayacağım. Belki 2023 bana kıyak yapmaya karar verir de yeni yılda yeni bir Avrupa seyahatine çıkarım (Sofya'ya gitti).

Ciddi ciddi bütün yıl izlediğim filmleri, gittiğim oyunları, okuduğum kitapları filan not ediyorum. Kitap okumak konusunda kendimi hiç memnun edemediğim bir dönemdeyim ama sinema ve tiyatro açısından verimli bir yıldı diyebilirim. Bir ara iyi kitap okuyordum aslında ama son iki ayım çöp oldu. Odaklanmamı gerektirecek hiçbir şeyde yokum bir süredir. Kendime bir doz Storytel yazıyorum. Sevdiğim yazarları değil de sevdiğim insanların seslendirdiği kitapları dinliyordum bu senenin ortalarında. Dönsem dönerim sanki.

Asıl verimlilik serüvenim ise sanırım bu yılın Altın Koza'sıyla başladı. O haftadan sonra kendimi hem sosyal anlamda daha aktif hissettim, hem de aynı anda -yıllar sonra- keman ve İspanyolca çalışmaya başladım. Her türlü felakete rağmen azmimin hakkını vermem lazım. İkisini de neredeyse hiç aksatmadım.

Bu yıl beni tatmin eden kaç yazı yazdığımı pek hatırlamıyorum ama ilk anda aklıma gelen, yazarken ve sonrasında bana kendimi iyi hissettiren birkaç tanesinin linkini aşağıya bırakıyorum. Çünkü bloglar bu tarz minik reklamlar içindir.

Yağmur ve Durul Taylan'ın Vavien (2009) filmi

Craft Tiyatro'nun Dalgakıran oyunu

Bir Zamanlar Gelecek: 2121 (2022) film söyleşisi

Oyun Atölyesi'nin Kırlangıç oyunu

Berkun Oya'nın Cici (2022) filmi

Yazılarımın okunmasına pek alışkın değilim ama bunlar beni tatmin etmeleri yetmiyormuş gibi bir de okundular. İlginç. 16 yaşındayken filan birileri söyleseydi inanmazdım. Bazen hayatımın alelade bir noktasında hayatım değişmiş ama o an bunu hiç fark etmemişim gibi hissediyorum. Bu yıl da beni bu şekilde düşündürebilecek birden çok an yaşandı. Böyle tatlı heyecanları uzaktan seyretmek çok güzel. Bütün hayatıma bu gözle baktığım bile oluyor.

Bu yıl izlediğim ilk film Ice Age (2002), son film Yazgı (2001) olmuş. Yılın favori filmi ise açık arayla Triangle of Sadness (2022).

Tiyatro sezonunu Timsah Ateşi'yle açıp Adana Devlet Tiyatrosu'nun Sen İstanbul'dan Daha Güzelsin oyunuyla kapatmışım. (Bu noktada bir parantez açıp Sen İstanbul'dan Daha Güzelsin oyun metninin Murat Mahmutyazıcıoğlu tarafından BAM ekibiyle oynanması için yazıldığını, 2017-2018 sezonunda oyunu iki kez izlediğimi, bu sefer Adana'da farklı oyuncularla yeniden sahnelendiğini görünce merak edip oyuna bir kez daha gittiğimi belirtmem gerek. Oyunun asıl versiyonunu izledikten sonra yazdığım bir diğer tiyatro izlenimi için TIK. Sürekli link paylaşan can sıkıcı bir insana dönüşmem hususunda daha sonra konuşuruz). Bu yılın favori oyunları ise Dalgakıran ve Tiyatro.iN'in Anne'siydi sanki. Her şey rutine döndüğünde tekrar izlemek isterim.

Çok daha uzun yazabilirdim ama bir saate Cambly dersim var (iş yerindeki İngiliz yöneticim bazı cümlelerimin ardından İskoç aksanıyla PARDON? dediği için özgüvenimi yerine getirmeye çalışıyorum), lenslerim gözlerimi acıtıyor, biraz yorgunluk biraz stres derken yatağıma girmek istiyorum. Annem içeride yine sanat filmi izliyor, tuhaf bir istikrar.

Bence -her şeye rağmen- güzel hatırlayacağım bir yıldı 2022. Yeni yıl için de henüz resolution'lar belirlemeye fırsatım olmadı ama kendimden de hayattan da beklentilerim çoğunlukla stabil. Sağlık, huzur, rutinde kalabilme lüksü filan.

Yazının sonuna gelebildiyseniz gerçekten teşekkür ederim. Ben bile tekrar okumayacağım. İyi yıllar!

Sevgiler, Nazlı.

*Pooh Patoloji Testi: https://www.idrlabs.com/tr/pooh-patoloji/testi.php

25 Ağustos 2022 Perşembe

please do not eat in the library, the ants will take over the world

"Bazı durumlar:"

Sabahın erken saatlerinden beri kafamda bu iki kelime kendini tekrar ediyor, sonunda da gerçekten iki nokta var. Son günlerde yaşadığım değişken duygudurumları ve aklımın bir köşesinden geçip duran fikirleri sıralamam isteniyor sanırım çünkü başka pek mantıklı bir açıklama bulamadım.

Bazı durumlar: Kendime acımaktan vazgeçmedim ve gelecek kaygısı tarafından ele geçirildim. Anksiyete yumağı olarak geziyorum ortalıkta son on gündür (belki de yedi). Öyle ki dün acile gidip EKG çektirmek zorunda kaldım ki bence bu bayağı komik. Şimdi bir an durup düşününce kalbim artık ağrımıyor gibi geldi, ama herhalde bir noktada yeniden başlar çünkü aksi iyi bir şey olurdu. Neden bu kadar gerginim, neden bu kadar mutsuz ve depresyondayım sorularının tek bir cevabı vardı ama düşündükçe dertler dertleri kovaladı ve artık canımın merkezde neye sıkkın olduğunu bile bilmiyorum. EKG'nin yanında beş (5) tüp kan verdim dün, çünkü kardiyak bir sorun yaşadığıma dair herhangi bir belirti yokmuş fakat belli ki bir sıkıntı var (bu benim yorumum). Doktor bir arkadaşım dedi ki, stresten limbik sistemim tetiklenip kalp ritmimi bozuyormuş. Ben doktor olsam ben de sürekli böyle kelimeler kullanırdım bu arada; ki en sevdiğim kelimelerden biri eksponansiyel (bu doğru mu emin değilim).

Apartmanın kottaki üç dairesini su basmış son yağmurlarda. Mesela, hayatta böyle ekstrem bir sorunla karşılaşıldığında ne yapılması gerektiğini ben bilmiyorum (muhtemelen kimse bilmiyordur). Hep birilerine ihtiyacım var gibi hissediyorum. En ufak bir sorunda, kimi zaman sorun bile olmayan mevzularda donup kalıyorum. Devamlı direktif ve onay bekliyorum, aksi halde harekete geçemiyorum. Büyürüm sandığım zamanlar çok geride kaldı, hayatımı bu şekilde geçireceğimi sanırım artık kabullendim.

Kalbimde herhangi bir sorun yokmuş bu arada, buna sevindim çünkü bir de böyle bir sorunla uğraşmayı hiç istemiyordum. Sağlığın ne kadar önemli olduğuna dair çok uzun vaazlar verebilirim ama bu konuda da public speaking yapmaktan pek hoşlanmıyorum ('vaaz' kelimesine çoğul eki getirince 'vaazler' olmalı bence ama blogger kelimenin altını çiziyor). Bu arada yalnızlık ve korku hissi yerini bir nevi boşvermişliğe bıraktı - ki bence biraz daha iyi. Olur da bir noktada evimi boşaltmam gerekirse diye gardrobumdan biraz kıyafet ayıkladım. Son günlerde beni iyi hissettiren en somut şeydi sanırım. Herkesin biraz eşya atmaya ihtiyacı var, bkz. kapitalizmin tüketim karşıtlığından bile kendine pay çıkarabilmesi.

Bir arkadaşım hayatta taze bir kana ihtiyacım olduğunu söyledi. Seramik kursuna filan mı yazılsam diye düşündüm ama onun yerine oturup yarım bölüm Poyraz Karayel izledim. Hafta başında mini bir tatile çıkacağım, normalde böyle değişiklikler insana kendini çok iyi hissettirir ama ben -şımarıklıktan herhalde- her olaydan bir olumsuzluk çıkarabilmeyi her seferinde başarıyorum. Yani gerçekten, kendimden çok sıkıldım ama bu başka bir yazının konusu.

Genel olarak düşünecek olursak, hayatımla ilgili en kötü ihtimal ne diye sorulduğunda aklıma şakasız onlarca felaket senaryosu geliyor. Hepsi birbirinden kötü, birkaç tanesi aynı anda gerçekleşse hayatıma son vermeyi bile düşünebilirim mesela ama birisi çıkıp da 'peki en iyi ihtimal ne' diye sorarsa verecek cevap bulamıyorum. Bunu az önce düşündüm. Acaba hayatımın zaten yeterince iyi olmasından mı (hayır), hayatta elle tutulur hiçbir amacım olmamasından mı (evet) ve aslında hepsinin ötesinde, bu ivmesizliği ve konfor alanındaki kronik mutsuzluğu son derece benimsemiş olmamdan mı (kesinlikle evet)?

Geçen gün annem bizim neslin daimi mutsuzluğu için "Mutsuz olacak ne var?" diye sordu, ben de şöyle sıraladım: "Türkiye, ekonomik kriz, kira zammı, tek başıma hayatta kalamıyor oluşum, ne olmak ve ne yapmak istediğimi 27 yaşında hâlâ bilmeyişim, aklımı devamlı kurcalayan bazı sağlık problemleri (bir arkadaşım aklındaki kötü bir düşünceyi yazıya geçirdikten hemen sonra İPTALİPTALİPTAL yazıyor ki evrene yanlış mesaj gitmesin, bu bende biraz alışkanlık yaptı), evimin neresi olduğuna dair kafa karışıklığım, göçebe hayat (bunu ben bile isteye yaratıyorum gibi), nereye ait olduğumu bilmemem yahut tek bir mekâna ait olmamam..." Böyle uzadı gitti. Başka şeyler de söylemişimdir eminim. Aslında o kadar da mutsuz değilim diye başladığım günler genellikle hiç de mutlu olmadığımın kabulüyle son buluyor. İnsanlardan çok etkileniyorum mesela, saçma. Her şey son derece yolunda görünürken bir mesaj, bir telefon konuşması, bazen bir tweet bütün hayatımı sorgulamama vesile oluyor. Sağlıklı değil, çünkü kendi düşüncelerimin ve hatta kendi hislerimin önüne bazı yargıların geçmesine izin veriyorum. Bilmiyorum, belki de doğrusu benim bütün hayatım boyunca hep korkup kaçtıklarımdır, insanın gerçekten her şeye rağmen bir B planı olmalıdır (benim A planım bile yok bu arada). Öyle ya da böyle, emlak krizine ve bitmek bilmeyen siyasi bunalımlara rağmen bir genç her zaman kendisi için doğru ve makbul olanı en azından aramayı deneyebilmelidir. Veya bunları yapmadığı (yapamadığı) için kendini suçlamaktan vazgeçip bu inançsızlığın köküne inmelidir. Yıllarca benden çok şey mi bekledi insanlar, ben de zamanla buna alet mi oldum bilmiyorum ama sıfır beklentiyle hayat yaşamak birçok şeyden daha kolay. Ben hayatımda ciddi devrimler yapmamaya 27 yılın sonunda hâlâ aktif olarak devam ediyorum ve bu kesinlikle bir tercih meselesi.

Son zamanlarda bazı arkadaş grupları içerisinde fazlaca zaman geçirdiğim için bir şeyi idrak etme şansına eriştim: birtakım yaşıtlarım gerçekten mutlu. Öyle ki mutsuzluğu bu kadar benimsediğimi, etrafımda hayattan çok keyif alan insanlar görünce fark ediyorum. Ben mutlu bir hayat ihtimali için çaba bile sarf etmiyormuşum aydınlanması yaşıyorum. Monoton ve bildik mutsuzluğumla günlerimi geçirmenin olağan olduğuna kendimi inandırmışım belki de. "Ya hani hepiniz mutsuzdunuz?" diye bağırmak istiyorum. Hepiniz beni kandırmışsınız. İnsanlar -öylesine- hayatta neler yaptığımı sorduğunda kendimi ezik ve sorumlu hissediyorum. Hâlâ (evet hâlâ) yurt dışına gitmeye çalışmadığım, yüksek lisans kovalamadığım, kendimi geliştirmediğim ve sürekli yerimde saydığım için kendimden utanıyorum. İnsanlara cevap verirken çok geriliyorum. Bu hissi yıllar önce atlatmış olmam lazımdı sanki.

Kuzenim geçen aylarda birkaç kez kütüphaneci yakıştırması yaptı bana, ki gerçekten çok doğru. Dünyanın en sıkıcı insanı olabilirim, eğlenen insanlara gözlerimi devirirken buluyorum bazen kendimi. Bugün bu konuyla ilgili bir caps gördüm, hem overthinker hem kütüphaneci olduğum için fazlasıyla kendimle özdeşleştirdim, konusu geçmişken burada da paylaşayım, çünkü zaten neyse ki yazdıklarımı kimse okumuyor.


Geçen haftalarda şöyle bir şey karalamışım (kuruntu reyis), şimdi görünce biraz yadırgadım ama içten içe haklı da olabilirim gibi geldi: "Farklı birine dönüşebileceğimi sanmıyorum. İnsanlara kötülük yapmıyorum belki ama iyi niyetli olduğuma da inanmıyorum. Belki ben sevmeyi bilmediğimden, belki de sıkıcı biri olduğumdan insanlar beni yanlış (veya doğru) tanıyor ve benimle vakit geçirmek istemiyor olabilir. Asıl problem, ben sanırım kendimi sevmediğim ve asla olmak istediğim kişi olamadığım için kendime aslında çok kızgın olduğum gerçeğiyle yüzleşiyorum. Kolay olmuyor. Hareket etmekten ölümüne korkuyorum ve belki ölümden o kadar da korkmuyorum."

Kanıksanmış mutsuzluk beni rahatsız etmiyordu da mutluluk ihtimali ve mutlu insanlar görünce kendime üzülmeden edemiyorum. Belki yakında geçer.

Ağustos sonları hep çok güzeldir bu arada, depresyonum yüzünden heba olursa üzülürüm.

Sevgiler,
Nazlı.

1 Ağustos 2022 Pazartesi

i wanna do whatever common people do*

mental olarak 58 yaşında olduğum için birkaç haftalık yorucu seyahatlerin ardından -geçici süreliğine de olsa- yerleşik hayata döndüğüme memnunum. bunu yazmak için birkaç hafta daha beklemem gerekti çünkü tembellik öyle bir bela ki bir kez alışınca vazgeçemiyorsunuz. yani sahiden, çocukken 3 aylık yaz tatillerinin üzerine nasıl oluyordu da hava hâlâ 32 derece filanken tatil yapma fikrinden uzaklaşıp eylül ayında okula dönebiliyorduk anlayamıyorum. çocukluk insan hayatının görüp görebileceğiniz en totaliter evrelerinden biri ama bir şekilde o evreyi iyi anılarla atlatabiliyorsanız dünyanın en özgüvenli insanına dönüşebiliyorsunuz. ya da dönüşmüyorsunuz. ama bir şekilde hayata ve gelecek günlere dair umudunuz olduğunu fark ediyorsunuz. hayatın en anlamsız ve çıkmazda görünen anlarında dahi -ki bence burası biraz problemli.

ülke gündemi ve her şeyden haberdar olma ve hatta her şey hakkında somut bir fikre sahip olma zorunluluğu beni gün geçtikçe daha çok boğduğu için twitter'ımı kapattım. keyfim azıcık daha yerinde olabilir ama bu sefer de mutsuzluk paylaşabilecek bir alanım kalmadığı için kendimi bloga yazı yazarken buldum. yıllar önce boğaziçi'nde çok vakit geçirmekten, boğaziçililer dışında doğru düzgün bir çevreyle iletişim kuramamaktan ve akademik özgürlük savaşı veren yüzlerce insanın arasında var olmaya çalışmaktan ÇOK bunaldığım dönemlerde 'okulu mu bıraksam' gibi yarı şaka yarı gerçek fikirler arasında savrulup dururken okulu bırakmanın geçici de olsa bir çözüm olabileceğini zannediyordum. yıllar sonra, türkiye gündemiyle tıpkı boğaziçi'nde olduğum zamanlardaki gibi boğuştuğumu fark ettiğimde ve aslında bunu değiştirebilmenin de bir yolu olmadığını anladığımda (çünkü once a political animal, always a political animal) savaşmaktan vazgeçip kendi fikirlerimin arkasında durmamın daha sağlıklı olduğuna karar verdim. tabii bu da sürdürülebilir olmadı çünkü türkiye'de herhangi bir koşulda sağlıklı kalabilmenin yolu yokmuş. twitter'ınızı kapatsanız, gündemden kaçsanız, hatta literal olarak kimseyle görüşmeseniz dahi kendinizi yok edemiyormuşsunuz. zaten her konuda somut bir fikre sahip olma ideası da pek gerçekçi değilmiş ve hatta psikologunuz sizi derin bir netleşme kaygınız olduğu konusunda birkaç kez ikaz etmiş. ya da öyle bir şey.

bu yaz ciddi ölçüde düğün yaptığı için uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı görmek, bazılarının yüzlerine yansıyan yaşama sevinçlerine hayret etmek, yurt dışına gitmeyen beş (5) arkadaşımın da her an yurt dışına yerleşebileceğini fark etmek gibi aktiviteler içine girme fırsatı yakaladım. bence çok da mutsuz değilim ama hiç mutlu da değilim. günü atlatmak ve keyifli vakit geçirmek amaçlarıyla başladığım her sabah beklediğimden daha iyi son buluyor; ama mesele üç gün sonrasını planlamaya ya da gayri ihtiyari yakın saydığım biriyle kendimi kıyaslamaya giderse işler biraz farklı seyrediyor. sanırım öğrendiğim pek çok şeyi unutuyorum, duruma göre biraz daha hisli ve/veya biraz daha umursamaz birine dönüşüyorum, kendimi tanıyamadığım anlar oluyor ya da insanları olur olmadık durumlarda eleştirmeye başlıyorum. bence çok zor biriyim ama insanlar iyi niyetli olduğumu söylüyor. arkadaşlarım evlenenler, yurt dışına yerleşenler ve evlenip yurt dışına yerleşenler olarak üçe ayrılıyor. bir de ben ve benim gibiler var. benim gibilerin sayısı gün geçtikçe azalıyor.

aynı düşünceler etrafında dönüp dolaşmaktan sıkıldığımda aynı düşünceler etrafında dönüp dolaşan dizi karakterlerine sarıyorum. çünkü kendinden bir şeyler bulabildiğin karakterler genellikle hayatın içinden değil kurgu dünyalardan çıkıyor. ya da benim çevrem yeterince geniş değil (bunu zaten biliyoruz). dün toy story izledim, disney plus'tan alınabilecek en yüksek verimi alıyorum. filmdeki herhangi bir karaktere relate etmiyorum gerçi ama toy story'yi ilk kez izleyen nazlı'ya inanılmaz relate ediyorum. muhtemelen aradan geçen yirmi yıla rağmen hâlâ aynı kişiyim. değişmek ve bilmediğin birine dönüşmek o kadar korkutucu ki sürekli 7 yaşında kalmayı yeğliyorum. maalesef aradaki iki on yılda kafamda yer etmiş ve unutmakta güçlük çektiğim binlerce yeni bilgiyi o kadar da kolay silemiyorum. ama mesela integrali unuttuğuma yemin edebilirim. ama bisiklet sürmeyi unutmuyorum.

yedi yıl önce yazı yazarken çok 've' kullandığımı, bunu yapmayı bırakmanın benim için daha iyi olacağını söylemişti birisi. sonsuza kadar 've' yazmak istiyorum. sanırım şu sıralar daha çok 'ama' kullanıyorum. bağlaçlar güzel şeyler, her cümleyi bir diğerine bu şekilde bağlayabilirim. belki başka bir zaman neyi nasıl yazdığıma daha çok dikkat ederim ama şimdi bunun sırası değil.

hava ÇOK sıcak olduğundan (ağustos ayında adana'dayım) zekam normaldeki seviyesinin biraz altında (oldukça düşük) ve fakat bu durum günlük işlerimi yapmamı engellemiyor. resmen çalışmak ve para kazanmak için o kadar da akıllı olmama gerek yokmuş. bunu şu an bunları yazarken düşündüm ve gerçekten moralim bozuldu. keşke başka biri mi olsaydım acaba?

neyse. hayat o kadar kötü değil. mutsuz olmak için pek nedenim de yok çünkü hatırlıyorum, bundan yaklaşık on yıl önce, yine bu blogun bir köşesinde 'mutsuz olmayı hak edebilecek kadar mutsuz olmak' temalı bir şeylerden bahsetmiştim. öyle iki canınız sıkıldı diye kendinizi mutsuz addedemezsiniz diye büyüklenmiştim ve evet biraz ergen bilmişliği ama çok da haksız değilmişim. aşılmaz görünen her olayı NEYSE CANIM SAĞLIK OLSUN diyerek aşmayı aile büyüklerimden öğrendim ama bazen türkiye gerçekleri fena çarpıyor. bence yine de birçok şeyi halledebilirim. çünkü geçmişte çok güzel günler vardı ve onlara biraz yakın birkaç gün daha yaşayabilmek ihtimali beni genellikle hayata bağlar.

let's live and see.

sevgiler,

nazlı.

*common people - pulp'ın 1995 yılında çıkan şarkısı. toy story'nin ilk filmi de 1995 yılında çıkmış. ben de 1995 doğumluyum. gereksiz bilgiler dizisi.

çok konuştun, bari şarkıyı dinleyelim diyenler için: TIK

2 Mayıs 2022 Pazartesi

blossom out, blossom forth

2022 yılının ilk blog yayını. Mayıs'ın 2'si. Ramazan Bayramı'nın ilk günü. Çünkü hayat bazen böyledir.

Küçükken Ramazan Bayramlarına Şeker Bayramı derdik, yaş aldıkça içimizdeki maneviyatçılığın arttığı doğru galiba. Mesela küçükken tek çocuk olmak mükemmel bir şeydi, 20 yaşına geldiğinizde ise (ya da belki 24) hayatta yeni bir portal açılıyor ve tek çocuk olmak korkunç bir şeye dönüşüyor. Bunu son zamanlarda daha çok tekrarlar oldum ve hatta ara ara kendimle şu şekilde ciddi konuşmalar yapıyorum: Günün birinde -olmaz ya- olur da böyle aile filan kurmaya karar verirsem, -olmaz ya- üstüne bir de çocuk doğurmak filan istersem birincide duramam, mecburen ikinciyi de yapacağım. Yani yok artık tadında konuşmalar pek tabii ama insanın aklından bazen böyle düşünceler geçebiliyor. Yine de bilmiyorum, bunlar hassas mevzular ve blog yazılarında değil terapi seanslarında konuşulmayı hak ediyor.

Bu bayram İstanbul'dayım. İstanbul'da kaldığım ilk bayram değil. Ailemden ayrı olduğum ilk bayram da değil. O yüzden değişik bir durum yok aslında. Âdettendir deyip boşalmış olduğunu umduğum şehirde küçük bir turistleme aktivitesi gerçekleştirdim. Lakin şehir boşalmamış. Hatta o kadar kalabalık ki normalde gezmekte zorlanmadığım semtlere giremedim, kolayca yer bulup oturabildiğim bazı mekanlara adım atamadım. Bu yazıyı da bitirip yayımlamayacağıma dair bir his oluştu şu an içimde. Neyse. Sonuç olarak birkaç yıl aradan sonra Kuzguncuk'a gittim, çünkü canım Kuzguncuk'u gezip acıbadem kurabiyesi yemek istedi. Bayramın ilk günü yün etek, kazak ve renkli külotlu çoraplarımı giyip normalde hiç çanta kullanmazken o gün harçlık toplayacağım gerekçesiyle boynuma astığım minik çantayla kahvaltının hemen ardından anneannemin zilini çalmak özlediğim bir bayram rutini aslında. Ama tabii bunu 2000'lerin ilk on yılından sonra hiç yapmadım, zaten bayramlar da artık kışa denk gelmiyor. Ayrıca hiç nostalji havamda da değilim, Kuzguncuk Fırını'ndan satın alıp eve getirdiğim kurabiyeleri yerken beyaz şarap içiyor, gün içinde attığım yirmi bin adımın kendimce ödülünü alıyorum.

Bu arada hava o kadar soğuk ve rüzgarlı ki daha yazlıklarımı bile çıkaramadım. Çarşamba günü Ada'ya gitmek gibi bir planımız vardı hatta, iptal etmek zorunda kalacak mıyız diye üzülüyoruz zira önümüzdeki iki gün yağmurlu görünüyor. Fedon'un plaja düştüğü bu güzide mevsimde kazak ve montla dışarı çıkmak zorunda olduğuma inanamıyorum. Neyse ki şehrin her tarafını mor salkımlar ve erguvanlar kaplamış durumda, gördüğüm bütün renkli mevsim çiçeklerinin altından geçip fotoğrafını çekiyorum çünkü insan belirli bir yaştan sonra istese de istemese de annesine dönüşüyor. Zakkumlarla çekilmiş bir selfie'm vardı, yapacak önemli hiçbir işim olmadığı için arayıp buldum, görseli aşağıya iliştiriyorum.



Genç ve umutlu halimin yüzüme yansıdığını görmek bugünden bakınca çok acayip geliyor, bence yıllardır hiçbir şeyden böyle keyif almıyorum. Bu da yine büyük ölçüde bir terapi seansının konusu; o nedenle günlük yazmaya üşendiğim için buraya karaladığım amiyane cümlelerime devam edeyim. Cumartesi tiyatroya gideceğim, Craft'ın asıl sahnesini Bomonti'ye taşımasına çok içerliyorum ama sanırım Kadıköy'deki binaları yıkılıyor. Muhtemelen sezonda izlediğim son oyun olacak, o yüzden de biraz üzgünüm çünkü bu fani ve amaçsız hayatımda beni heyecanlandıran üç beş etkinlikten biri oyun izlemek (iyi veya kötü olmasından tamamen bağımsız, çünkü gerçek sanatseverler iyi bilir ki kötü oyun izlemenin de vazgeçilmez bir hazzı vardır).

Hayatımdaki ufak tefek gelişmeler:

Geçen gün kuzenim mesaj attı, "Adana'ya ne zaman geliyorsun, 12 Mayıs'ta Mor ve Ötesi konserine gideceğiz, sana da bilet alalım mı?" diye, ben de "Ben 28 Mayıs’ta İnönü Stadyumu'nda MVÖ konserine gidiyorum, ben sana bilet alayım" dedim. Buraya yazana kadar komikti.

21 Mayıs'ta dövme randevum var, bu biraz yaşama sevincim varmış gibi bir etkinlik doğrusu.

Storytel'e sardım çünkü neden sarmayayım? Kitap okuma alışkanlığımı Harry Potter'larla bile geri kazanamadığımı görünce bari kitap okurken bir yandan da dinleyeyim, belki işe yarar dedim ve inanmazsınız, işe yaradı. Gerçi bir arkadaşım kitap önümde açık dururken bir yandan da dinleyerek okuduğum bu aktiviteye KURAN SÜRMEK GİBİ diyerek moralimi bozdu ama olsun. Çünkü ben şahsen bu eylemimi ilkokulda sınıfta yaptığımız ortak okumalara benzetmiştim ve KURAN SÜRMEK diye bir söz öbeğinin varlığını da bu vesileyle öğrendim. Koyu seküler kimliğimi korumaya ne şartlarda devam ettiğim bilinsin isterim.

Bir ara Aşiyan'a gitsem çok güzel olacak.

Dayım millî dinî fark etmeksizin her public holiday'de bütün telefon rehberine ÜLKEMİZE VE DÜNYAYA BARIŞ GETİRMESİNİ DİLERİM minvalinde mesajlar atıyor.

Haziran'da Voleybol Milletler Ligi maçları başlıyor ve Temmuz'da Ankara'da oynanacak finallerin hepsine bilet aldım, bu mesela hayatı çok seviyorum diye bas bas bağıran bir olay.

Yazı uzadıkça kendimi 2012 yılında yazdığım herhangi bir blog yazısının içinde hissediyorum. Belli ki son on yılda zeka seviyemde herhangi bir ilerleme olmamış. Üzücü mü? Çok değil.

Sanırım yapmam gereken birtakım işler var ve kaçmak için kendimi aylar sonra (tam olarak 8 ay) burada buldum. Kamu yararını gözetmek adına bu saçmalığı burada kesiyor ve işbu yazıyı sonuna kadar okuyacak olan iki kişiye iyi bayramlar dileklerimi sunuyorum.

Bazı olumsuzlukları değiştirmeye gücüm yetmiyor ama her felaketle tereddüt etmeden dalga geçmeyi o kadar iyi öğrendim ki sanırım hayatın her koşulda kahkahalar eşliğinde devam etmesinin bug'ını buldum. Bazı mutsuzlukların mucizevi şekilde yok olduğu, güneşin havayı ve içimizi ısıttığı, yollarımızın hep güzel kokulu bahar çiçeklerine çıktığı nice bayramlarımız olsun.

Çok sevgiler,
Nazlı