2022 yılının ilk blog yayını. Mayıs'ın 2'si. Ramazan Bayramı'nın ilk günü. Çünkü hayat bazen böyledir.
Küçükken Ramazan Bayramlarına Şeker Bayramı derdik, yaş aldıkça içimizdeki maneviyatçılığın arttığı doğru galiba. Mesela küçükken tek çocuk olmak mükemmel bir şeydi, 20 yaşına geldiğinizde ise (ya da belki 24) hayatta yeni bir portal açılıyor ve tek çocuk olmak korkunç bir şeye dönüşüyor. Bunu son zamanlarda daha çok tekrarlar oldum ve hatta ara ara kendimle şu şekilde ciddi konuşmalar yapıyorum: Günün birinde -olmaz ya- olur da böyle aile filan kurmaya karar verirsem, -olmaz ya- üstüne bir de çocuk doğurmak filan istersem birincide duramam, mecburen ikinciyi de yapacağım. Yani yok artık tadında konuşmalar pek tabii ama insanın aklından bazen böyle düşünceler geçebiliyor. Yine de bilmiyorum, bunlar hassas mevzular ve blog yazılarında değil terapi seanslarında konuşulmayı hak ediyor.
Bu bayram İstanbul'dayım. İstanbul'da kaldığım ilk bayram değil. Ailemden ayrı olduğum ilk bayram da değil. O yüzden değişik bir durum yok aslında. Âdettendir deyip boşalmış olduğunu umduğum şehirde küçük bir turistleme aktivitesi gerçekleştirdim. Lakin şehir boşalmamış. Hatta o kadar kalabalık ki normalde gezmekte zorlanmadığım semtlere giremedim, kolayca yer bulup oturabildiğim bazı mekanlara adım atamadım. Bu yazıyı da bitirip yayımlamayacağıma dair bir his oluştu şu an içimde. Neyse. Sonuç olarak birkaç yıl aradan sonra Kuzguncuk'a gittim, çünkü canım Kuzguncuk'u gezip acıbadem kurabiyesi yemek istedi. Bayramın ilk günü yün etek, kazak ve renkli külotlu çoraplarımı giyip normalde hiç çanta kullanmazken o gün harçlık toplayacağım gerekçesiyle boynuma astığım minik çantayla kahvaltının hemen ardından anneannemin zilini çalmak özlediğim bir bayram rutini aslında. Ama tabii bunu 2000'lerin ilk on yılından sonra hiç yapmadım, zaten bayramlar da artık kışa denk gelmiyor. Ayrıca hiç nostalji havamda da değilim, Kuzguncuk Fırını'ndan satın alıp eve getirdiğim kurabiyeleri yerken beyaz şarap içiyor, gün içinde attığım yirmi bin adımın kendimce ödülünü alıyorum.
Bu arada hava o kadar soğuk ve rüzgarlı ki daha yazlıklarımı bile çıkaramadım. Çarşamba günü Ada'ya gitmek gibi bir planımız vardı hatta, iptal etmek zorunda kalacak mıyız diye üzülüyoruz zira önümüzdeki iki gün yağmurlu görünüyor. Fedon'un plaja düştüğü bu güzide mevsimde kazak ve montla dışarı çıkmak zorunda olduğuma inanamıyorum. Neyse ki şehrin her tarafını mor salkımlar ve erguvanlar kaplamış durumda, gördüğüm bütün renkli mevsim çiçeklerinin altından geçip fotoğrafını çekiyorum çünkü insan belirli bir yaştan sonra istese de istemese de annesine dönüşüyor. Zakkumlarla çekilmiş bir selfie'm vardı, yapacak önemli hiçbir işim olmadığı için arayıp buldum, görseli aşağıya iliştiriyorum.

Genç ve umutlu halimin yüzüme yansıdığını görmek bugünden bakınca çok acayip geliyor, bence yıllardır hiçbir şeyden böyle keyif almıyorum. Bu da yine büyük ölçüde bir terapi seansının konusu; o nedenle günlük yazmaya üşendiğim için buraya karaladığım amiyane cümlelerime devam edeyim. Cumartesi tiyatroya gideceğim, Craft'ın asıl sahnesini Bomonti'ye taşımasına çok içerliyorum ama sanırım Kadıköy'deki binaları yıkılıyor. Muhtemelen sezonda izlediğim son oyun olacak, o yüzden de biraz üzgünüm çünkü bu fani ve amaçsız hayatımda beni heyecanlandıran üç beş etkinlikten biri oyun izlemek (iyi veya kötü olmasından tamamen bağımsız, çünkü gerçek sanatseverler iyi bilir ki kötü oyun izlemenin de vazgeçilmez bir hazzı vardır).
Hayatımdaki ufak tefek gelişmeler:
Geçen gün kuzenim mesaj attı, "Adana'ya ne zaman geliyorsun, 12 Mayıs'ta Mor ve Ötesi konserine gideceğiz, sana da bilet alalım mı?" diye, ben de "Ben 28 Mayıs’ta İnönü Stadyumu'nda MVÖ konserine gidiyorum, ben sana bilet alayım" dedim. Buraya yazana kadar komikti.
21 Mayıs'ta dövme randevum var, bu biraz yaşama sevincim varmış gibi bir etkinlik doğrusu.
Storytel'e sardım çünkü neden sarmayayım? Kitap okuma alışkanlığımı Harry Potter'larla bile geri kazanamadığımı görünce bari kitap okurken bir yandan da dinleyeyim, belki işe yarar dedim ve inanmazsınız, işe yaradı. Gerçi bir arkadaşım kitap önümde açık dururken bir yandan da dinleyerek okuduğum bu aktiviteye KURAN SÜRMEK GİBİ diyerek moralimi bozdu ama olsun. Çünkü ben şahsen bu eylemimi ilkokulda sınıfta yaptığımız ortak okumalara benzetmiştim ve KURAN SÜRMEK diye bir söz öbeğinin varlığını da bu vesileyle öğrendim. Koyu seküler kimliğimi korumaya ne şartlarda devam ettiğim bilinsin isterim.
Bir ara Aşiyan'a gitsem çok güzel olacak.
Dayım millî dinî fark etmeksizin her public holiday'de bütün telefon rehberine ÜLKEMİZE VE DÜNYAYA BARIŞ GETİRMESİNİ DİLERİM minvalinde mesajlar atıyor.
Haziran'da Voleybol Milletler Ligi maçları başlıyor ve Temmuz'da Ankara'da oynanacak finallerin hepsine bilet aldım, bu mesela hayatı çok seviyorum diye bas bas bağıran bir olay.
Yazı uzadıkça kendimi 2012 yılında yazdığım herhangi bir blog yazısının içinde hissediyorum. Belli ki son on yılda zeka seviyemde herhangi bir ilerleme olmamış. Üzücü mü? Çok değil.
Sanırım yapmam gereken birtakım işler var ve kaçmak için kendimi aylar sonra (tam olarak 8 ay) burada buldum. Kamu yararını gözetmek adına bu saçmalığı burada kesiyor ve işbu yazıyı sonuna kadar okuyacak olan iki kişiye iyi bayramlar dileklerimi sunuyorum.
Bazı olumsuzlukları değiştirmeye gücüm yetmiyor ama her felaketle tereddüt etmeden dalga geçmeyi o kadar iyi öğrendim ki sanırım hayatın her koşulda kahkahalar eşliğinde devam etmesinin bug'ını buldum. Bazı mutsuzlukların mucizevi şekilde yok olduğu, güneşin havayı ve içimizi ısıttığı, yollarımızın hep güzel kokulu bahar çiçeklerine çıktığı nice bayramlarımız olsun.
Çok sevgiler,
Nazlı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder