29 Ekim 2025 Çarşamba

bolca yerli dizi, anılar, yaşamak ve hatırlamak üzerine

Beynim bir çöplük. Hani öyle bir çöplük ki edindiğim her gereksiz bilgi hafızamdan aşırı önemli (ve hayati) bir şeyi siliyor ve onun yerine yerleşiyor gibi hissediyorum. Bu konuya gelişim şöyle...

Az önce banyoda kendimi şunları düşünürken yakaladım: Poyraz Karayel'in 29. bölümünün üstünden on yıl geçmiş. Mesela bu bilgiyi alıp ne yaparsınız hiç bilmiyorum, ama 2000'lerin başında olsaydık bu gibi paylaşımların cringe karşılanmayacağı platformlar hâlâ var olurdu. Ben de kendimi gecenin bir yarısı toplamda beş kişinin okuduğu (neyse ki) blog'umda yazı yazarken bulmazdım. Dizi forumlarında ergenliğini çürütmüş bütün akranlarım için bir dakikalık saygı duruşu.

Bir şeyleri sürekli olarak yazmayı bırakırsam hatırlamayı da bırakırım çok büyük olasılıkla
ama gelin görün ki bu işkenceden yer yer keyif alıyorum...

29 Ekim tatiliydi ve bir önceki günün akşamüstü Adana'ya gitmiştim. Poyraz'la kafayı bozduğum zamanlardı (size bilmediğiniz bir şey söyleyemem). Bölümü ertesi sabah kahvaltı yaparken izlerim diyordum ama sonra Instagram'da bölümle ilgili bir fotoğraf görüp sabahı bekleyemeyeceğime karar vermiştim. Hiç âdetimiz değildir oysaki ama o gece çay demleyip annemle saatlerce dizi izlediğimizi hatırlıyorum (diziler 2015 yılında da 140 dakikaydı).

Burada yazıya kısa bir ara veriyorum zira üç buçuk yıl önce yaptırdığım ve zaman zaman varlığını dahi unuttuğum dövmem bir anda kabarıp acımaya başladı. Yazının içeriği çok bozulmasın diye ayrıntı olarak vereyim, dövmenin yapılış tarihi 21 Mayıs 2022. Bir Galip Derviş atasözü der ki, "Bu bir yetenek... ve lanet."

Çok uzatmayacağım çünkü üzerinden on yıl geçmiş anıların çocukluk anılarım olmamasına alışamıyor ve bu alışamama durumunu da kabullenemiyorum. 2019'da, yine 29 Ekim'de Ece'yle Kanlıca'ya gitmiştik. Benim Kanlıca'ya ilk gidişimdi. Mihrabat Korusu'nu gezerken SÜREKLİ Poyraz Karayel'in 29. bölümündeki ikonik sahneden bahsettiğim için biraz can sıkmıştım ama manzara çok güzeldi. O akşam eve gelip sözü geçen sahneyi YouTube'dan izlemeye yeltenince bölümü ilk kez -o günden- tam dört yıl önce, evde izlediğimi fark etmiş, bu tesadüf karşısında çok şaşırmış ve -tabii ki- her şeyde olduğu gibi bunda da bir anlam aramaya koyulmuştum. Oysa bir yılda 365 gün var ve bazı günler bazı günlerle çakışabilir. Bu kadar romantizmle yaşamak hiç sağlıklı değil.

Ya abart Nazlı offff yani.

Bir de şu an düşünüyorum da bence sahnedeki mekân Mihrabat Korusu da değil yani Otağtepe filan olabilir. Boşa geçmiş bir ömür...

Ama hazır mekânlardan konuşmuşken şundan da bahsedebilirim. Sahnenin biraz öncesinde Poyraz'ın Ayşegül'ü nişandan kaçırdığı yer de şu an evime 200 metre filan. Dizi yayınlanırken bu evde oturmuyor, yurtta kalıyordum. Yine de sevdiğim mekânları hayatıma bir şekilde entegre edebilmeme biraz şaşırıyorum. Aylarca Necip Abi'nin yerini aradıktan sonra -ki dekor olduğuna neredeyse emindik artık- bir gün (2017 yazı, muhtemelen haziran, ama buna net bir tarih veremem) tesadüfen Kadıköy'de Vera Ocakbaşı'yla tanışmamız ve yıllar içinde Kadıköy'de en sevdiğim meyhanelerden birine dönüşmesi tatlı bence.

Bir de son zamanlarda şeye çok gülüyorum, 2009'da bir nisan akşamı anneme zorla Akmerkez'in önünde fotoğrafımı çektirmiştim. 4-5 günlüğüne İstanbul'daydık ve yanlış hatırlamıyorsam saat oldukça geçti, AVM kapanmak üzereydi, ben aşırı ısrar ettiğim için (o zamanlar yürüyen merdivenler dışarıdaydı) annem Akmerkez yazısının önünde fotoğrafımı çekmişti. Biraz arasam bunu kesin bulurum bu arada ama babamın bilgisayarındaki yedeklere filan bakmam gerekiyor. Eve gidince arayacağım. Neyse yani özet olarak söylemek istediğim şu, nasıl bir manifest idiyse on iki (12) yıldır neredeyse her gün Akmerkez'in önünden geçiyorum. Bugün Akmerkez'in önünden yürüyerek yogaya gittim mesela. Bunun da TikTok'a video'sunu çekmek gibi bir düşüncem vardı AMA KESİN NAZAR DEĞDİRİRLER diye cesaret edemedim. Zira İstanbul'da, Akmerkez'e yürüme mesafesinde barınabilmek bir süredir imkânsıza yakın maalesef. Bu saçma sapan yazıyı sonuna kadar okuyan kimsenin de (gerçekten hiç kimse) bana nazar değdirmekle uğraşacağını zannetmiyorum. Değil mi? DEĞİL Mİ?

8,600+ Evil Eye Stock Photos, Pictures & Royalty-Free Images - iStock
Bunu asla riske atamam...

Yani yazıyı nereye bağlayacağımı da hiç bilmiyorum (keşke günlük yazsaydım dakikaları). Ama bazı anlar hafızamda öyle net bir şekilde yaşıyor ki gözümü kapatıp açsam kendimi orada bulabilecekmişim gibi geliyor. Bazı anlara dönebilmek için bugün baya bir şeyden kolaylıkla vazgeçebileceğimi bilmek, bunu öyle laf olsun diye söylemiyor olmak, ne bileyim günün sonunda geçmişin o tanıdıklığından aldığım hazzın yüzde dördünü filan gelecekten alma umudumun dahi olmadığının bu kadar bilinçli şekilde farkında olmak aslında beni üzüyor diye düşünüyordum, ama belki de beni yaşıyor kılan ve bu denli tetikte tutan şey bu hislerin ta kendisidir. Bilmiyorum ki. Bazen bir an'ı içindeyken de özlüyorsunuz, üstünden on yıl geçince de.

Cumhuriyet Bayramı'nız ve Poyraz Karayel - 29. Bölüm yıl dönümünüz kutlu olsun.

Sevgiler,
Nazlı

6 Ekim 2025 Pazartesi

elektrikli termosifon ve çeşitli coping mekanizmaları

Pazartesi sabah 10.25. Evde usta bekliyorum. Herhangi bir şey yazmak için hiç de ideal bir saat değil aslında. Ama evde usta bekliyorum. Çünkü aynı anda hem çamaşır makinesi hem de banyodaki su ısıtıcısı arızalandı. Ben çocukken -Adana'da- banyoya girmeden önce birkaç saat şalteri açıp suyun ısınmasını beklerdik. Dünyanın diğer şehirlerinde insanlar nasıl banyo yapıyor diye hiç düşünmemiştim sanırım. Zira doğalgazla tanışmam ve evde 7/24 sıcak suyun olmasına alışmam neredeyse yetişkinliğime denk geliyor. İstanbul'da ise durum biraz daha farklı. Galiba eski mahallelerin ve apartmanların çoğunda hâlâ merkezî sistemle ısınılıyor ve bu eve taşındığımdan beri 7/24 sıcak suya elektrikli termosifon (veya adı her ne ise) vasıtasıyla sahip olabiliyoruz. Yani neyse işte, cumartesiden beri evde sıcak su yok ve çözülmesi için hafta içini beklemem gerektiğinden dün akşam Ece'ye banyo yapmaya gittim. (Burada bir parantez açarak banyo yapmak ve duş almak eylemlerinin hangi nitelikleriyle birbirinden ayrıldığını uzun uzun anlatmak isterdim çünkü toplumumuzun bu ikisinin ayrımını bilmediği çok açık, fakat uğraşmak istemiyorum.)

Yurttan ayrıldığımdan beri de Ece'yle aynı banyoyu kullanmamıştık muhtemelen. O nedenle dün akşam Kadıköy'de Ece'nin evinden çıkıp birlikte sinemaya giderken kendimi Uçaksavar'dan SineBU'ya yürüyormuş gibi hissettim. Türkiye'de hayatta kalmaya çalışmak her nesil için zordu belki, ama on yıl önce İstanbul'da bir üniversite öğrencisi olmak beni pek çok anlamda fazlasıyla memnun ediyordu. Çocukluğuma ulaşamadığım gibi 2015 Türkiye'sine de ulaşamıyorum artık.

Ayrıca dün hayatıma o kadar yabancılaştım ki akşam Kadıköy Sineması'nda film izledikten sonra -malum filmekimi- salondan dışarı çıkmak için sıra beklerken "Ya, ben sinema sevmiyorum galiba?" diye düşündüm, hani bu şekil bir yabancılaşmak. Bir şeyleri tüketip durmaktan, vasıfsız tercihler yapmaktan ve hatta yaptığım tercihlerin dahi kendi tercihlerim olmamasından fena halde sıkıldım. Sanki içine yanlışlıkla girdiğim bir hayata (kendi hayatıma) her sabah uyandığım için devam ediyormuşum gibi (imdat). Bu hayat benim hayatım mı? Bu arkadaşlar, bu keyif aldığımı zannettiğim boş zaman aktiviteleri, ne bileyim bu satırlar bile benim satırlarım mı?

Terapiye başlayabilirim, çok şık olur. Ama bunun yerine 2000'ler dizileri izleyip 2000'ler müzikleri dinliyorum. Bence daha sürdürülebilir. Bu yaz sıcak bir ağustos akşamında Bomontiada'da Nil konserine gidip çıkışta çocukluk kasetlerimi imzalatmak için konser güvenliği abilerle arkadaş olduğumu, sonra eve dönüp Gülensu'yla saatlerce Yaprak Dökümü izlediğimizi anlatmış mıydım? Hayatım yıllardır tam bu şekilde ilerliyor ve ne bu coping mechanism'den kopabiliyorum ne de başka şekilde hayatta kalabiliyorum. Bir şeyler düzelsin diye mücadele etme işini ise sanırım 2018'de filan bıraktım. 2018'den sonrası da zaten hiç yaşanmadı.

Sevgiler,

Nazlı

16 Ağustos 2025, Bomontiada

24 Mayıs 2025 Cumartesi

euroleague, tuborg ve aradan geçen sekiz yıl

Bugün Euroleague yarı finallerini izlerken aklıma 2017'deki Fenerbahçe-Real Madrid yarı finali geldi. Yani Fenerli bile değilim ama beynim öyle bir çöplük ki 19 Mayıs 2017'de Final Four'larda neler yaşandığını hatırlıyorum. O yıl maçlar Sinan Erdem'deydi üstelik, neden bilet alıp da gitmemiştik hiç bilmiyorum. O dönem arka arkaya çok fazla maç izlemiştik, bir Eczacıbaşı maçında tribünde Naz Aydemir'in anne ve babasının yanında oturduğumuzu ve bir ara gidip Cenk Akyol'la fotoğraf çektirdiğimizi hatırlıyorum. Saçma sapan bir hayat...

Referandum zamanı olduğundan mı emin değilim, ama Türkiye'de genel bir İzmir Marşı furyası vardı. Canlı izlediğim bütün maçlarda bir şekilde İzmir Marşı çalıyordu ve nedense ülkeye dair bitmek bilmeyen bir umut yeşertiyorduk içimizde. Yani bugün haber değeri bile yok aslında tüm bunların. Neyse. 19 Mayıs 2017'de bütün günümü Etiler Starbucks'ta ders çalışarak geçirdiğimi hatırlıyorum. Çünkü Boğaziçi'nin 7/24 açık olan kütüphanesi ulusal tatillerde kapanıyordu. Boğaziçi'nin halihazırdaki durumunu göz ardı edersek saçma sapan bir olaydı bu da.

Maçı benim yurt odamda Duygu'yla birlikte izlemiştik. Neden bu kadar çok ayrıntı hatırlıyorum diye düşündüm ve aklıma o gece de aynı böyle bir blog yazısı yazdığım geldi. Aradan sekiz yıl geçmiş. SEKİZ. 8. Se-kiz. Yurtta makarna yapmışım (bunu da çok net hatırlıyorum), bira içmişiz, Duygu gittikten sonra onun bıraktığı birayı ben içmişim ve diyorum ki, "Tuborg'tan nefret ediyorum ama içki dökmek çok günahmış", nE? Meanwhile Tuborg Amber içiyorum bu arada ve Tuborg dışında yerli bira tüketmeyeli baya oluyor.

Bahsi geçen yazı şu: https://saatkacoldu.blogspot.com/2017/05/bir-kuru-yaprak-gibisindir-artk-nereye.html

Aklımı çıldıracağım. (Bu da random bir Poyraz Karayel repliği.) 2015'ten sonraki birkaç yıl bu diziyle de kafayı bozmuştum. Herhangi bir şeyi ayarında sevemeyenler kulübü.

23 Mayıs 2025. (Saat gece yarısını geçtiği için 24 Mayıs oldu ama kime ne?) Ben yine Tuborg içiyorum, yurt odamda değil evimdeyim, İlhan Şeşen dinlemiyorum ama bu sabah kahvaltı hazırlarken Grup Gündoğarken dinlediğime yemin edebilirim. Duygu'yu görmeyeli uzun zaman oldu. Ekpe artık Fenerbahçe'de oynamıyor. (Ne yapıyor diye Google'ladım ve doğum gününün 20 Mayıs olduğunu gördüm. Allah'ım her şey çok saçma.)

Aradan geçen sekiz yılda hayatta herhangi bir yol alabildim mi? Bence hayır. Bugün de okula gittim, yüksek lisans derslerimin son günüydü. Normal şartlarda pek çok şeyi sorgulamam gereken bir dönemden geçiyorum mesela ama genel olarak o kadar kaşarlandım ki sanırım bir noktada hiçbir şey umrumda değilmiş taklidi yapabiliyorum - ki düşününce, bu bir bakıma iyi bir şey. 22 ile 30 arasında dağlar kadar fark varmış gibi görünmekle beraber aslında ben aynı kişiyim. Hâlâ basketbol izlemeyi seviyor, arada makarna yapıyor, ders çalışıyor ve arkadaşlarımla vakit geçirmekten keyif alıyorum. Sanırım artık günlük arkadaş sohbetlerinde daha fazla rol yapıyorum ve konu bazı yerlere gelmesin diye ekstra çaba sarf ediyorum ve tabii, Tuborg'u zorunluluktan değil, severek içiyorum.

Tüm bunlara rağmen yurt hayatını ve 22 yaşında bir lisans öğrencisi olmayı özlediğimi itiraf etmek isterim. Önümde eskisi kadar uzun günler olmadığını bilmek, arkamda kalanlarınsa arttığının bilincinde olarak yaşamaya çalışmak biraz zor. Sanırım insanların sizden beklentileri de siz büyüdükçe artıyor. İşin tuhafı, benim kendimi hiçbir anlamda büyümüş hissetmiyor oluşum. Ama sanırım bununla yaşamayı da öğreniyorum.

Yazıyı sekiz yıl öncesinden şu satırlarla bitirmek isterim, hayatımın hiç değişmiyor olması biraz can sıkıcı ama aslında her şeye rağmen biraz da konforlu hissettiriyor: "Ben büyüyorum, bazen küçük bazen büyük sancılar çekiyorum, rakı kadehleri tokuşturup 'büyüme sancılarına' diyorum (aslında bunu ilk söyleyen ben değilim, söyleyen arkadaşıma sarılmak istiyorum ama sarhoşken yaptıklarımdan hep pişman oluyorum)."

Bir başka itiraf: 20'lerimin başında ne güzel cümleler kuruyormuşum. Şimdi daha ziyade kendimi hayal kırıklığına uğratmamak için bazı satırlar karalamaya çabalıyorum ve kendimi -hep- hayal kırıklığına uğratıyorum. Belki bu da böyle bir var olma biçimidir.

Sağlık olsun, bence yani.

Sevgiler ve iyi geceler,

Nazlı.

PS: Pazar günü Monaco'yla Fenerbahçe finali var. 2017'deki finali ise nerede izlediğimi gerçekten hatırlamıyorum. Demek ki yazmadığım hiçbir şeyi hatırlamıyorum.

29 Nisan 2025 Salı

rutin ihtiyacı ve uzaylılar

23 Nisan'da Büyükada'daydım. Yarı-geleneksel bir etkinlik sanki ulusal bayramlarda Adalar'a gitmek. Ama bir önceki gece de regl oldum, gitsek mi gitmesek mi diye düşünürken sabah hadi dedim Kabataş'tan 10.05 vapuruna binmeyeyim de Marmaray'la Bostancı'ya geçeyim, oradan Yasemin'le birlikte gideriz. Sonra Yasemin de biraz gecikti. 12.00 vapuruyla Bostancı'dan Burgazada'ya doğru yola çıktığımızı zannettik; nedense vapur Büyükada-Heybeliada rotasını takip etmeye karar verdi. Biz de hadi madem, Büyükada'da inelim dedik. İner inmez ben Yasemin'i Migros'a sürükledim (ped alacağım çünkü). Sonra o esnada deprem olmuş, o kadar hissetmedik ki yani saçma sapan bir durum. Olası bir Marmara Depremi'nde bulunulmaması gereken ilk üç yer neresidir diye sorsalar, üçüncü sıraya filan Adalar'ı yerleştirirdim. Onun yerine orta şiddetli bir depremden ve birkaç saatlik panik halinden kurtulmuş olduk. Zira depreme evde yakalansam birkaç aylığına İstanbul'dan kaçmam gerekirdi. (Yalnızca on günlüğüne kaçtım, çünkü hayat.)

Neyse. Bahaneyle bir buçuk ayda üçüncü kez Adana'ya gelmiş oldum. Bazen gerçekten depremden korkup en azından o konuda kafam rahat etsin diye Adana'ya kaçıyorum; ama tabii Adana Kuzey Avrupa'da yer almadığından böyle düşündüğüm bir dönemde 6 Şubat'a yakalanmıştım. Bence Türkiye sınırları içinde görebileceğimiz felaketlerin de bir sınırı olmalı artık. 30 yaşındayım (gerçekten), çoğunluğu son on yılda olmak üzere sayısız saçmalığa tanık oldum. Son iki ayda yaşadıklarımızsa artık sahiden biraz abartılı geliyor. Simülasyonun hangi aşamasında olduğumuzu bilmemekle birlikte değişen gündeme sahiden ayak uyduramadığım bir döneme girdim. Bir şeylerin, yavaş ya da hızlı, fark etmez, düzeleceğini görmeyi umut etmekten başka hiçbir şansım yokmuş gibi hissediyorum.

Bugün maruz kaldığım hiçbir şey, çocukluğumun huzurunun yakınından bile geçmiyor ama gelin görün ki birkaç saatte bütün rutinim bozulmasına rağmen günün sonunda bir şekilde sarılacak, tutunacak tanıdık şeyler bulabiliyorum. Bu hafta derslerimi ekmiş oldum (iyi ki okulum var, yoksa birkaç hafta daha İstanbul'a dönmezdim), deadline'ı yarın olan bir ödevim filan var hatta ama yapmamak için blog yazıyorum.

23 Nisan akşamında eve dönmek tabiri caizse "yemediği" için Yasemin'le Küçükyalı'ya gidip gece orada kaldım, bana Netflix'te Kore draması filan izletti ve ne yazık ki dizi sardığı için bir ara izlemeye devam edeceğim. Ertesi sabah eve dönüp birkaç saatte eşyalarımı toparlayıp (valizime günlüklerimi koysam mı diye düşündüm, yok olsa en çok üzüleceğim eşyalarımdan birisi herhalde) arada bir tane toplantıya girip çiçekleri sulayıp (aceleyle evi de süpürdüm bu arada?) havaalanına doğru yola çıktım. Bence aşırı saçma bir hareket birkaç günlüğüne İstanbul'dan kaçmak ama herkese "bir 6 Şubat daha yaşamak istemiyorum?" diye açıklama yaptım, kimse de yadırgamadı sanırım.

Sonuç olarak Türkiye'de sıradan bir insan olmanın yükünü kaldıramadığım zamanlar oluyor, kendimi sürekli Adana'ya uçak bileti bakarken buluyorum. Uzaylılar dünyayı ele geçirse Adana'ya bilet alacağım, böyle bir güven. Peki ne oldu? Birkaç gün rahat uyudum, tedirgin olmadan banyoya girdim, annemleri gördüm, kebap yedim filan. Win-win sanki yine de. Önümüzdeki haftalarda ne olur bilemiyorum ama kendimi iyiyi düşünmeye zorlamaya devam. Çünkü elimden daha fazlası gelmiyor.

Bu vesileyle -bence hiç unutmuyorum ama- yeniden hatırladım ki insan felaketlerle dolu şeyler de yaşasa sürekli bir rutine tutunma çabası içinde. Sıradan hayatlarımızın içinde belirli bir tempoda yaşarken dışarıdan birilerinin/bir şeylerin gelip bizi monoton günlerimizden mahrum etmesi yıllardır hiç ayak uyduramadığım bir şey. Dilerim daha fazla ayak uydurmak zorunda da kalmayız, zira ben rutinimi ve olaysız, sıkıcı hayatımı ve beraberinde getirdiği ferahlığı genellikle seviyorum.

Sevgiler,

Nazlı

26 Aralık 2024 Perşembe

lisedeymişim gibi blog'lamak: 2005 bizim yılımız olacak (şüpheli)

Merhaba. Yıl bitmeden önce yeni bir blog yazısı yazmak zorundayım çünkü i) yapılacaklar listemde duruyor, ii) geçtiğimiz yıla dair genel bir üst bakışa ihtiyacım var ve iii) böyle biriyim. Bir de tabii son yıllarda bu yazıları alışkanlık haline getirdiğim için şimdi birden bire yıla veda yazısı yazmayı bırakırsam başarısız biriymişim gibi hissederim ve hepimizin bildiği üzere başarısızlık fikriyle pek iyi geçinemiyorum.

Biraz önce Beşiktaş'ta Oktay Fırını'ndan bir kutu acıbadem kurabiyesi aldım, eve gelip bitki çayı filan hazırlayıp işlerimi hallederken (sürekli işlerim var) yerim diyordum ama eve gelir gelmez kendime cips koydum. Hiç de böyle bir insan gibi görmüyorum kendimi oysaki ama bu yıl hem biraz kilo aldım, hem bence boyum kısaldı (aynen), hem de sanırım biraz daha sağlıksız beslenmeye başladım (akşam yemeğinde brokoli çorbası ve lahana salatası yedim bu arada). Mental sağlığıma eziyet etmek alışkın olduğum bir durum fakat beden sağlığı? Vücudumu belli zamanlarda gereğinden çok mu yoruyorum diye düşünüyorum şu sıralar. Muhtemelen yine kendime çok yükleniyorumdur.

Düşüncelerimi takip etmek bu yaşımda hâlâ çok zor geldiği için bazen durup kendime "Ne hissediyorsun şu an?" diye sormam gerekiyor. İnsanlar işte bu yüzden terapiye gidiyor. Düşüncelerini içinde bulundukları farklı durumlarda duyabilmek, hatta kontrol edebilmek için. Asıl neden bu değilse bile duygular üzerine düşünmek ve yazmak beni çok rahatlatıyor. Terapiye devam ederken de elimden geldiğince geliştirmeye çalıştığım bir kastı bu. Oysa bir şeyleri anlamlandırmaya çalışırken kasvetle dolup taşmak çok yorucu. Eğlenceli bir şeyler yazmayı o kadar özlüyorum ki. Hani eskiyi hatırlayıp melankoliden ölmek değil de o özlediğim günlerin sonunda oturup yazdıklarıma benzer sayfalar karalamak ve belki on yıl sonra açıp iyi hislerle okumak arzusuyla yanıp tutuşuyorum. Tabii istediğim şey bir başka hayatın ihtimali mi yoksa halihazırda burada olmayan ama çok iyi bildiğim geçmişin yeniden yaratımı mı, emin değilim.

On yaşında olsam (hatta on beş) yeniden yaratım diyemeyecektim mesela ve aklıma lisans dersleri, senaryo kursları gelmeyecekti. Ama Quora'da ruh halime ve depresif düşüncelerime benzer sorular da aratmıyor olacaktım. Benimle aynı dertlerden muzdarip, dünyanın başka yerlerinden kaybedenler aramayacaktım umutsuzca ve böyle hisseden tek insan olmamaya umut bağlamayacaktım.

Geçenlerde şöyle bir şey oldu: 2017 yılında kullanmaya başladığım ama pandemide Adana'ya giderken İstanbul'da bıraktığım için hiç geri dönmediğim bir günlüğüm var. İçinde çok yazı varmış, biraz okuyup şok içerisinde 22 yaşımın heyecanıyla yüzleştim. Sonra 2019'da karaladığım bir yazıda "24 yaşındasın, bu sana çok garip geliyor ki aslında gerçekten garip" temalı bir kısımla karşılaştım. Buraya parantez açıp "Sence de ilginç değil mi 29 yaşındaki Nazlı?" diye sormuşum. (Orhan Pamuk, işine bak kardeşim.) Gecenin bir yarısı, yatağımda, 29 yaşımın buhranlarıyla dolup taşmış halde burayı okuyunca, bir de sonrasında devamına eklediğim "İnşallah beklenmedik bir şekilde 29'umdan önce ölmem" cümlesiyle karşılaşınca baya tedirgin olup güldüm zira çok saçma. Böyle bir şey yazdığımı hiç hatırlamıyordum, dolayısıyla beş yıl boyunca o defteri hiç açmayıp tam da bahsi geçen yaşımda bu yazıyı okuyacağımı tahmin edemezdim. Yenileyici bir deneyim oldu her anlamda.

2024, 30'larıma yaklaşıyorum demenin çok zor olduğu bir yıldı. Öncesinde 30'larıma yaklaşıyorum demek, o kadar da yaklaşmadığımı bilmekti ve bu, şakayla karışık bir şekilde içinden çıkabildiğim bir durumdu. Bu yıl bir yandan sürekli 30 yaşında olduğumu haykırıp durdum ki bu fikre alışayım. Sonuç: 30'larıma yaklaşıyorum demek hâlâ çok zor. 90'lar çocuğuyum demekse harika.

Yeni yılları yirmi yıl geriden takip etmek gibi anlamsız bir geleneğimiz olduğu ve pandemiden beri ilk kez yılbaşını beraber geçireceğimiz için Öykü'yle geçenlerde playlist hazırladık. Son birkaç haftam da 2004'ün ne kadar harika bir yıl olduğunu düşünüp hiçbir şeye konsantre olamayarak geçti. (Popstar Abidin'e filan düştüm bu süreçte.) Gerçekten 2025'e değil de 2005'e giriyor olmanın ihtimali bile çok güzel hissettirdi. Yılbaşı gecesi güzel bir sofra kurup en sonunda Sihirli Annem 2005 yılbaşı özel bölümünü filan izleyeceğiz sanırım. (Kimseye eğlence borcum yok bence ya.)

Bu yılın başında bir süre Sims 1 oynadım gerçekten. Yine çok iyileştirici bir deneyimdi.

Yazıyı tamamlamaya çok üşendiğim, diyecek yeni bir şeylerimin de olmamasından mütevellit devamlı kendimi tekrarladığım için biraz daha Twitter ekran görüntüsü koyacağım sanırım. Çünkü kime ne yani...

Yogaya geri dönsem baya rahatlarım aslında ama bilin bakalım ne yok? (Vaktim ve hevesim.)

Neyse, biraz da verimlilik: Bu yıl beş yıllık bir aradan sonra ilk defa yurt dışına çıktığım (30 yaşından önce sahip olunması gereken bazı şeyler: her Avrupa başkentinde bir yakın arkadaş), yetişkinlikle ve bağımsızlıkla belki biraz daha barıştığım (sanmıyorum), ne hikmetse daha çok okuyup yazdığım (maalesef intihar etmemek için yüksek lisans), çok da sosyalleşmediğim ama insanlar hasbelkader "Ee, n'apıyorsun?" diye sorduklarında daha somut cevaplar verebildiğim bir yıl oldu.

Komiklikler şakalar ya da bu blog'u da lisedeki blog'um gibi birtakım tweet'lerimi paylaşmak için kullandığım bir simülasyon:

Adana mükemmel bir sanat başkenti bence.

Çok komik bir quote'tu - ta ki:


Of, 2025'te bi' Edinburgh yapmamız yok mudur?

Evet bu yıl sıcaktan ben bile biraz söylendim galiba.

Yine de One Tree Hill'den Koçum Benim'e geçtiğim harika bir yaz mevsimiydi.

20'li yaşlarımla ve gençliğimle vedalaşmaya da hiç hazır değildim ama işte life happens.

Ve kapanış çünkü buna söyleyecek ekstra bir sözüm yok artık.

Buradan bakınca komik ve çok keyifli bir yıl geçirmişim gibi görünüyor ama tabii ki hayat her zaman böyle bir şey değil. Yine de sanırım yaşamanın aşağı yukarı bu şekilde gelgitli bir süreç olduğunu yavaş yavaş öğreniyorum (pek değil).

Neyse efendim, geleneği bozmayıp aslında o kadar da işlevsiz değilmişim dedirten birkaç milestone bırakıyorum 2024 yılına:

Yılın ilk filmi Stanley Donen'ın Charade'i (1963) olmuş, teşekkürler TRT 2. Son filmi de yarın izleyeceğim Mukadderat (2024) olacak sanırım. Onu saymazsak bu hafta MUBİ'de Uçurtmayı Vurmasınlar (1989) ve Piano Piano Bacaksız (1991) izledim, onları sayalım.

Bu yıl izlediğim en iyi filmlere nedense karar veremedim. Altın Koza oldukça verimliydi aslında ama dönüp tekrar izlemek istediğim bir film bulamadım. Gelenek bozulmasın diye vizyonda izlediğim Crossing'i (2024) sayacağım. Bu da Helsinki'de bağlamsız bir şekilde karşımıza çıkan Crossing afişi ve ben, soldaki ben. (Burayı böyle kullanmak çok eğlenceliymiş bu arada.)

Bu yıl 23 tiyatro oyunu izlemişim. Biraz daha zorlarsam bir yılda izlediğim oyun sayısı sinema filmi sayısını geçecek ve Fil'm Hafızası'ndan aforoz edileceğim (ok bu arada?). Sezonu oyun atölyesi'nin Kızlar ve Oğlanlar oyunuyla açıp Zorlu'da Linçler ve Dudaklar izleyerek kapatmışım. Bu yıl gerçekten çok başarılı oyunlar da izledim bence ama sezonun favorileri Güzel Son ve Küvetteki Gelinler oldu sanırım.

Son olarak;

Selen Kurtaran'la Cam Perde (2023) söyleşisi

Yerli Dizi Yersiz Sohbet: En İyi Yerli Dizi Jenerikleri podcast'i

Funda Eryiğit ve Doğuş Algün'le Ölü Mevsim (2024) söyleşisi

Vuslat Saraçoğlu'yla Bildiğin Gibi Değil (2024) söyleşisi


Bunu ne kadar tekrar edersem edeyim 30 olmak fikrinin beni korkutmaya devam edeceğini bir şekilde kabullendim sanıyordum. Kabullenmemişim. Yeni bir on yıla giriyor olmam hâlâ çok tuhaf geliyor. Galiba 18'e girerken de böyle hissetmiştim, çok büyük bir değişimmiş yaşadığım ve bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış şeklinde kocaman bir his. Böyle mi oldu bilmiyorum. 30 olmak çok farklı mı hissettirecek, bilmiyorum. Ne ara bu kadar büyüdüm, arkamdaki onca yıl nereye gitti, bunu da hiç bilmiyorum. Tek bildiğim, günleri kurtararak yaşadığım. Benim olmayan bir hayatı çok inanarak yaşamaya başladığım.

Bu yıl bir şekilde daha iyi bir insan oldum mu emin değilim ama daha başarılıyım galiba. 20'lerime bir veda mektubu yazmak geldi şimdi aklıma. 10'lu yaşlarımla vedalaşmak hiç aklıma gelmemişti. 20'lerin bitişi ise bir devrin bitişi gibi hissettiriyor nedense.

Buraya kadar okuduysanız -ki umarım okumamışsınızdır- size harika bir yeni yıl diliyorum.

Sağlıkla, umutla.

Sevgiler,
Nazlı.