29 Nisan 2025 Salı

rutin ihtiyacı ve uzaylılar

23 Nisan'da Büyükada'daydım. Yarı-geleneksel bir etkinlik sanki ulusal bayramlarda Adalar'a gitmek. Ama bir önceki gece de regl oldum, gitsek mi gitmesek mi diye düşünürken sabah hadi dedim Kabataş'tan 10.05 vapuruna binmeyeyim de Marmaray'la Bostancı'ya geçeyim, oradan Yasemin'le birlikte gideriz. Sonra Yasemin de biraz gecikti. 12.00 vapuruyla Bostancı'dan Burgazada'ya doğru yola çıktığımızı zannettik; nedense vapur Büyükada-Heybeliada rotasını takip etmeye karar verdi. Biz de hadi madem, Büyükada'da inelim dedik. İner inmez ben Yasemin'i Migros'a sürükledim (ped alacağım çünkü). Sonra o esnada deprem olmuş, o kadar hissetmedik ki yani saçma sapan bir durum. Olası bir Marmara Depremi'nde bulunulmaması gereken ilk üç yer neresidir diye sorsalar, üçüncü sıraya filan Adalar'ı yerleştirirdim. Onun yerine orta şiddetli bir depremden ve birkaç saatlik panik halinden kurtulmuş olduk. Zira depreme evde yakalansam birkaç aylığına İstanbul'dan kaçmam gerekirdi. (Yalnızca on günlüğüne kaçtım, çünkü hayat.)

Neyse. Bahaneyle bir buçuk ayda üçüncü kez Adana'ya gelmiş oldum. Bazen gerçekten depremden korkup en azından o konuda kafam rahat etsin diye Adana'ya kaçıyorum; ama tabii Adana Kuzey Avrupa'da yer almadığından böyle düşündüğüm bir dönemde 6 Şubat'a yakalanmıştım. Bence Türkiye sınırları içinde görebileceğimiz felaketlerin de bir sınırı olmalı artık. 30 yaşındayım (gerçekten), çoğunluğu son on yılda olmak üzere sayısız saçmalığa tanık oldum. Son iki ayda yaşadıklarımızsa artık sahiden biraz abartılı geliyor. Simülasyonun hangi aşamasında olduğumuzu bilmemekle birlikte değişen gündeme sahiden ayak uyduramadığım bir döneme girdim. Bir şeylerin, yavaş ya da hızlı, fark etmez, düzeleceğini görmeyi umut etmekten başka hiçbir şansım yokmuş gibi hissediyorum.

Bugün maruz kaldığım hiçbir şey, çocukluğumun huzurunun yakınından bile geçmiyor ama gelin görün ki birkaç saatte bütün rutinim bozulmasına rağmen günün sonunda bir şekilde sarılacak, tutunacak tanıdık şeyler bulabiliyorum. Bu hafta derslerimi ekmiş oldum (iyi ki okulum var, yoksa birkaç hafta daha İstanbul'a dönmezdim), deadline'ı yarın olan bir ödevim filan var hatta ama yapmamak için blog yazıyorum.

23 Nisan akşamında eve dönmek tabiri caizse "yemediği" için Yasemin'le Küçükyalı'ya gidip gece orada kaldım, bana Netflix'te Kore draması filan izletti ve ne yazık ki dizi sardığı için bir ara izlemeye devam edeceğim. Ertesi sabah eve dönüp birkaç saatte eşyalarımı toparlayıp (valizime günlüklerimi koysam mı diye düşündüm, yok olsa en çok üzüleceğim eşyalarımdan birisi herhalde) arada bir tane toplantıya girip çiçekleri sulayıp (aceleyle evi de süpürdüm bu arada?) havaalanına doğru yola çıktım. Bence aşırı saçma bir hareket birkaç günlüğüne İstanbul'dan kaçmak ama herkese "bir 6 Şubat daha yaşamak istemiyorum?" diye açıklama yaptım, kimse de yadırgamadı sanırım.

Sonuç olarak Türkiye'de sıradan bir insan olmanın yükünü kaldıramadığım zamanlar oluyor, kendimi sürekli Adana'ya uçak bileti bakarken buluyorum. Uzaylılar dünyayı ele geçirse Adana'ya bilet alacağım, böyle bir güven. Peki ne oldu? Birkaç gün rahat uyudum, tedirgin olmadan banyoya girdim, annemleri gördüm, kebap yedim filan. Win-win sanki yine de. Önümüzdeki haftalarda ne olur bilemiyorum ama kendimi iyiyi düşünmeye zorlamaya devam. Çünkü elimden daha fazlası gelmiyor.

Bu vesileyle -bence hiç unutmuyorum ama- yeniden hatırladım ki insan felaketlerle dolu şeyler de yaşasa sürekli bir rutine tutunma çabası içinde. Sıradan hayatlarımızın içinde belirli bir tempoda yaşarken dışarıdan birilerinin/bir şeylerin gelip bizi monoton günlerimizden mahrum etmesi yıllardır hiç ayak uyduramadığım bir şey. Dilerim daha fazla ayak uydurmak zorunda da kalmayız, zira ben rutinimi ve olaysız, sıkıcı hayatımı ve beraberinde getirdiği ferahlığı genellikle seviyorum.

Sevgiler,

Nazlı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder