25 Ağustos 2022 Perşembe

please do not eat in the library, the ants will take over the world

"Bazı durumlar:"

Sabahın erken saatlerinden beri kafamda bu iki kelime kendini tekrar ediyor, sonunda da gerçekten iki nokta var. Son günlerde yaşadığım değişken duygudurumları ve aklımın bir köşesinden geçip duran fikirleri sıralamam isteniyor sanırım çünkü başka pek mantıklı bir açıklama bulamadım.

Bazı durumlar: Kendime acımaktan vazgeçmedim ve gelecek kaygısı tarafından ele geçirildim. Anksiyete yumağı olarak geziyorum ortalıkta son on gündür (belki de yedi). Öyle ki dün acile gidip EKG çektirmek zorunda kaldım ki bence bu bayağı komik. Şimdi bir an durup düşününce kalbim artık ağrımıyor gibi geldi, ama herhalde bir noktada yeniden başlar çünkü aksi iyi bir şey olurdu. Neden bu kadar gerginim, neden bu kadar mutsuz ve depresyondayım sorularının tek bir cevabı vardı ama düşündükçe dertler dertleri kovaladı ve artık canımın merkezde neye sıkkın olduğunu bile bilmiyorum. EKG'nin yanında beş (5) tüp kan verdim dün, çünkü kardiyak bir sorun yaşadığıma dair herhangi bir belirti yokmuş fakat belli ki bir sıkıntı var (bu benim yorumum). Doktor bir arkadaşım dedi ki, stresten limbik sistemim tetiklenip kalp ritmimi bozuyormuş. Ben doktor olsam ben de sürekli böyle kelimeler kullanırdım bu arada; ki en sevdiğim kelimelerden biri eksponansiyel (bu doğru mu emin değilim).

Apartmanın kottaki üç dairesini su basmış son yağmurlarda. Mesela, hayatta böyle ekstrem bir sorunla karşılaşıldığında ne yapılması gerektiğini ben bilmiyorum (muhtemelen kimse bilmiyordur). Hep birilerine ihtiyacım var gibi hissediyorum. En ufak bir sorunda, kimi zaman sorun bile olmayan mevzularda donup kalıyorum. Devamlı direktif ve onay bekliyorum, aksi halde harekete geçemiyorum. Büyürüm sandığım zamanlar çok geride kaldı, hayatımı bu şekilde geçireceğimi sanırım artık kabullendim.

Kalbimde herhangi bir sorun yokmuş bu arada, buna sevindim çünkü bir de böyle bir sorunla uğraşmayı hiç istemiyordum. Sağlığın ne kadar önemli olduğuna dair çok uzun vaazlar verebilirim ama bu konuda da public speaking yapmaktan pek hoşlanmıyorum ('vaaz' kelimesine çoğul eki getirince 'vaazler' olmalı bence ama blogger kelimenin altını çiziyor). Bu arada yalnızlık ve korku hissi yerini bir nevi boşvermişliğe bıraktı - ki bence biraz daha iyi. Olur da bir noktada evimi boşaltmam gerekirse diye gardrobumdan biraz kıyafet ayıkladım. Son günlerde beni iyi hissettiren en somut şeydi sanırım. Herkesin biraz eşya atmaya ihtiyacı var, bkz. kapitalizmin tüketim karşıtlığından bile kendine pay çıkarabilmesi.

Bir arkadaşım hayatta taze bir kana ihtiyacım olduğunu söyledi. Seramik kursuna filan mı yazılsam diye düşündüm ama onun yerine oturup yarım bölüm Poyraz Karayel izledim. Hafta başında mini bir tatile çıkacağım, normalde böyle değişiklikler insana kendini çok iyi hissettirir ama ben -şımarıklıktan herhalde- her olaydan bir olumsuzluk çıkarabilmeyi her seferinde başarıyorum. Yani gerçekten, kendimden çok sıkıldım ama bu başka bir yazının konusu.

Genel olarak düşünecek olursak, hayatımla ilgili en kötü ihtimal ne diye sorulduğunda aklıma şakasız onlarca felaket senaryosu geliyor. Hepsi birbirinden kötü, birkaç tanesi aynı anda gerçekleşse hayatıma son vermeyi bile düşünebilirim mesela ama birisi çıkıp da 'peki en iyi ihtimal ne' diye sorarsa verecek cevap bulamıyorum. Bunu az önce düşündüm. Acaba hayatımın zaten yeterince iyi olmasından mı (hayır), hayatta elle tutulur hiçbir amacım olmamasından mı (evet) ve aslında hepsinin ötesinde, bu ivmesizliği ve konfor alanındaki kronik mutsuzluğu son derece benimsemiş olmamdan mı (kesinlikle evet)?

Geçen gün annem bizim neslin daimi mutsuzluğu için "Mutsuz olacak ne var?" diye sordu, ben de şöyle sıraladım: "Türkiye, ekonomik kriz, kira zammı, tek başıma hayatta kalamıyor oluşum, ne olmak ve ne yapmak istediğimi 27 yaşında hâlâ bilmeyişim, aklımı devamlı kurcalayan bazı sağlık problemleri (bir arkadaşım aklındaki kötü bir düşünceyi yazıya geçirdikten hemen sonra İPTALİPTALİPTAL yazıyor ki evrene yanlış mesaj gitmesin, bu bende biraz alışkanlık yaptı), evimin neresi olduğuna dair kafa karışıklığım, göçebe hayat (bunu ben bile isteye yaratıyorum gibi), nereye ait olduğumu bilmemem yahut tek bir mekâna ait olmamam..." Böyle uzadı gitti. Başka şeyler de söylemişimdir eminim. Aslında o kadar da mutsuz değilim diye başladığım günler genellikle hiç de mutlu olmadığımın kabulüyle son buluyor. İnsanlardan çok etkileniyorum mesela, saçma. Her şey son derece yolunda görünürken bir mesaj, bir telefon konuşması, bazen bir tweet bütün hayatımı sorgulamama vesile oluyor. Sağlıklı değil, çünkü kendi düşüncelerimin ve hatta kendi hislerimin önüne bazı yargıların geçmesine izin veriyorum. Bilmiyorum, belki de doğrusu benim bütün hayatım boyunca hep korkup kaçtıklarımdır, insanın gerçekten her şeye rağmen bir B planı olmalıdır (benim A planım bile yok bu arada). Öyle ya da böyle, emlak krizine ve bitmek bilmeyen siyasi bunalımlara rağmen bir genç her zaman kendisi için doğru ve makbul olanı en azından aramayı deneyebilmelidir. Veya bunları yapmadığı (yapamadığı) için kendini suçlamaktan vazgeçip bu inançsızlığın köküne inmelidir. Yıllarca benden çok şey mi bekledi insanlar, ben de zamanla buna alet mi oldum bilmiyorum ama sıfır beklentiyle hayat yaşamak birçok şeyden daha kolay. Ben hayatımda ciddi devrimler yapmamaya 27 yılın sonunda hâlâ aktif olarak devam ediyorum ve bu kesinlikle bir tercih meselesi.

Son zamanlarda bazı arkadaş grupları içerisinde fazlaca zaman geçirdiğim için bir şeyi idrak etme şansına eriştim: birtakım yaşıtlarım gerçekten mutlu. Öyle ki mutsuzluğu bu kadar benimsediğimi, etrafımda hayattan çok keyif alan insanlar görünce fark ediyorum. Ben mutlu bir hayat ihtimali için çaba bile sarf etmiyormuşum aydınlanması yaşıyorum. Monoton ve bildik mutsuzluğumla günlerimi geçirmenin olağan olduğuna kendimi inandırmışım belki de. "Ya hani hepiniz mutsuzdunuz?" diye bağırmak istiyorum. Hepiniz beni kandırmışsınız. İnsanlar -öylesine- hayatta neler yaptığımı sorduğunda kendimi ezik ve sorumlu hissediyorum. Hâlâ (evet hâlâ) yurt dışına gitmeye çalışmadığım, yüksek lisans kovalamadığım, kendimi geliştirmediğim ve sürekli yerimde saydığım için kendimden utanıyorum. İnsanlara cevap verirken çok geriliyorum. Bu hissi yıllar önce atlatmış olmam lazımdı sanki.

Kuzenim geçen aylarda birkaç kez kütüphaneci yakıştırması yaptı bana, ki gerçekten çok doğru. Dünyanın en sıkıcı insanı olabilirim, eğlenen insanlara gözlerimi devirirken buluyorum bazen kendimi. Bugün bu konuyla ilgili bir caps gördüm, hem overthinker hem kütüphaneci olduğum için fazlasıyla kendimle özdeşleştirdim, konusu geçmişken burada da paylaşayım, çünkü zaten neyse ki yazdıklarımı kimse okumuyor.


Geçen haftalarda şöyle bir şey karalamışım (kuruntu reyis), şimdi görünce biraz yadırgadım ama içten içe haklı da olabilirim gibi geldi: "Farklı birine dönüşebileceğimi sanmıyorum. İnsanlara kötülük yapmıyorum belki ama iyi niyetli olduğuma da inanmıyorum. Belki ben sevmeyi bilmediğimden, belki de sıkıcı biri olduğumdan insanlar beni yanlış (veya doğru) tanıyor ve benimle vakit geçirmek istemiyor olabilir. Asıl problem, ben sanırım kendimi sevmediğim ve asla olmak istediğim kişi olamadığım için kendime aslında çok kızgın olduğum gerçeğiyle yüzleşiyorum. Kolay olmuyor. Hareket etmekten ölümüne korkuyorum ve belki ölümden o kadar da korkmuyorum."

Kanıksanmış mutsuzluk beni rahatsız etmiyordu da mutluluk ihtimali ve mutlu insanlar görünce kendime üzülmeden edemiyorum. Belki yakında geçer.

Ağustos sonları hep çok güzeldir bu arada, depresyonum yüzünden heba olursa üzülürüm.

Sevgiler,
Nazlı.

1 Ağustos 2022 Pazartesi

i wanna do whatever common people do*

mental olarak 58 yaşında olduğum için birkaç haftalık yorucu seyahatlerin ardından -geçici süreliğine de olsa- yerleşik hayata döndüğüme memnunum. bunu yazmak için birkaç hafta daha beklemem gerekti çünkü tembellik öyle bir bela ki bir kez alışınca vazgeçemiyorsunuz. yani sahiden, çocukken 3 aylık yaz tatillerinin üzerine nasıl oluyordu da hava hâlâ 32 derece filanken tatil yapma fikrinden uzaklaşıp eylül ayında okula dönebiliyorduk anlayamıyorum. çocukluk insan hayatının görüp görebileceğiniz en totaliter evrelerinden biri ama bir şekilde o evreyi iyi anılarla atlatabiliyorsanız dünyanın en özgüvenli insanına dönüşebiliyorsunuz. ya da dönüşmüyorsunuz. ama bir şekilde hayata ve gelecek günlere dair umudunuz olduğunu fark ediyorsunuz. hayatın en anlamsız ve çıkmazda görünen anlarında dahi -ki bence burası biraz problemli.

ülke gündemi ve her şeyden haberdar olma ve hatta her şey hakkında somut bir fikre sahip olma zorunluluğu beni gün geçtikçe daha çok boğduğu için twitter'ımı kapattım. keyfim azıcık daha yerinde olabilir ama bu sefer de mutsuzluk paylaşabilecek bir alanım kalmadığı için kendimi bloga yazı yazarken buldum. yıllar önce boğaziçi'nde çok vakit geçirmekten, boğaziçililer dışında doğru düzgün bir çevreyle iletişim kuramamaktan ve akademik özgürlük savaşı veren yüzlerce insanın arasında var olmaya çalışmaktan ÇOK bunaldığım dönemlerde 'okulu mu bıraksam' gibi yarı şaka yarı gerçek fikirler arasında savrulup dururken okulu bırakmanın geçici de olsa bir çözüm olabileceğini zannediyordum. yıllar sonra, türkiye gündemiyle tıpkı boğaziçi'nde olduğum zamanlardaki gibi boğuştuğumu fark ettiğimde ve aslında bunu değiştirebilmenin de bir yolu olmadığını anladığımda (çünkü once a political animal, always a political animal) savaşmaktan vazgeçip kendi fikirlerimin arkasında durmamın daha sağlıklı olduğuna karar verdim. tabii bu da sürdürülebilir olmadı çünkü türkiye'de herhangi bir koşulda sağlıklı kalabilmenin yolu yokmuş. twitter'ınızı kapatsanız, gündemden kaçsanız, hatta literal olarak kimseyle görüşmeseniz dahi kendinizi yok edemiyormuşsunuz. zaten her konuda somut bir fikre sahip olma ideası da pek gerçekçi değilmiş ve hatta psikologunuz sizi derin bir netleşme kaygınız olduğu konusunda birkaç kez ikaz etmiş. ya da öyle bir şey.

bu yaz ciddi ölçüde düğün yaptığı için uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı görmek, bazılarının yüzlerine yansıyan yaşama sevinçlerine hayret etmek, yurt dışına gitmeyen beş (5) arkadaşımın da her an yurt dışına yerleşebileceğini fark etmek gibi aktiviteler içine girme fırsatı yakaladım. bence çok da mutsuz değilim ama hiç mutlu da değilim. günü atlatmak ve keyifli vakit geçirmek amaçlarıyla başladığım her sabah beklediğimden daha iyi son buluyor; ama mesele üç gün sonrasını planlamaya ya da gayri ihtiyari yakın saydığım biriyle kendimi kıyaslamaya giderse işler biraz farklı seyrediyor. sanırım öğrendiğim pek çok şeyi unutuyorum, duruma göre biraz daha hisli ve/veya biraz daha umursamaz birine dönüşüyorum, kendimi tanıyamadığım anlar oluyor ya da insanları olur olmadık durumlarda eleştirmeye başlıyorum. bence çok zor biriyim ama insanlar iyi niyetli olduğumu söylüyor. arkadaşlarım evlenenler, yurt dışına yerleşenler ve evlenip yurt dışına yerleşenler olarak üçe ayrılıyor. bir de ben ve benim gibiler var. benim gibilerin sayısı gün geçtikçe azalıyor.

aynı düşünceler etrafında dönüp dolaşmaktan sıkıldığımda aynı düşünceler etrafında dönüp dolaşan dizi karakterlerine sarıyorum. çünkü kendinden bir şeyler bulabildiğin karakterler genellikle hayatın içinden değil kurgu dünyalardan çıkıyor. ya da benim çevrem yeterince geniş değil (bunu zaten biliyoruz). dün toy story izledim, disney plus'tan alınabilecek en yüksek verimi alıyorum. filmdeki herhangi bir karaktere relate etmiyorum gerçi ama toy story'yi ilk kez izleyen nazlı'ya inanılmaz relate ediyorum. muhtemelen aradan geçen yirmi yıla rağmen hâlâ aynı kişiyim. değişmek ve bilmediğin birine dönüşmek o kadar korkutucu ki sürekli 7 yaşında kalmayı yeğliyorum. maalesef aradaki iki on yılda kafamda yer etmiş ve unutmakta güçlük çektiğim binlerce yeni bilgiyi o kadar da kolay silemiyorum. ama mesela integrali unuttuğuma yemin edebilirim. ama bisiklet sürmeyi unutmuyorum.

yedi yıl önce yazı yazarken çok 've' kullandığımı, bunu yapmayı bırakmanın benim için daha iyi olacağını söylemişti birisi. sonsuza kadar 've' yazmak istiyorum. sanırım şu sıralar daha çok 'ama' kullanıyorum. bağlaçlar güzel şeyler, her cümleyi bir diğerine bu şekilde bağlayabilirim. belki başka bir zaman neyi nasıl yazdığıma daha çok dikkat ederim ama şimdi bunun sırası değil.

hava ÇOK sıcak olduğundan (ağustos ayında adana'dayım) zekam normaldeki seviyesinin biraz altında (oldukça düşük) ve fakat bu durum günlük işlerimi yapmamı engellemiyor. resmen çalışmak ve para kazanmak için o kadar da akıllı olmama gerek yokmuş. bunu şu an bunları yazarken düşündüm ve gerçekten moralim bozuldu. keşke başka biri mi olsaydım acaba?

neyse. hayat o kadar kötü değil. mutsuz olmak için pek nedenim de yok çünkü hatırlıyorum, bundan yaklaşık on yıl önce, yine bu blogun bir köşesinde 'mutsuz olmayı hak edebilecek kadar mutsuz olmak' temalı bir şeylerden bahsetmiştim. öyle iki canınız sıkıldı diye kendinizi mutsuz addedemezsiniz diye büyüklenmiştim ve evet biraz ergen bilmişliği ama çok da haksız değilmişim. aşılmaz görünen her olayı NEYSE CANIM SAĞLIK OLSUN diyerek aşmayı aile büyüklerimden öğrendim ama bazen türkiye gerçekleri fena çarpıyor. bence yine de birçok şeyi halledebilirim. çünkü geçmişte çok güzel günler vardı ve onlara biraz yakın birkaç gün daha yaşayabilmek ihtimali beni genellikle hayata bağlar.

let's live and see.

sevgiler,

nazlı.

*common people - pulp'ın 1995 yılında çıkan şarkısı. toy story'nin ilk filmi de 1995 yılında çıkmış. ben de 1995 doğumluyum. gereksiz bilgiler dizisi.

çok konuştun, bari şarkıyı dinleyelim diyenler için: TIK