21 Kasım 2018 Çarşamba

7 yıl sonra yeni blog!

İnanılmaz şeyler oluyor. Daha 16 yaşında ergen mi ergen bir lise öğrencisiyken Nazım'ın ölüm yıl dönümünde açtığım, 2011'in Haziran'ından beri öyle ya da böyle kullandığım canım blogum Saat Kaç Oldu?'yla vedalaşıyoruz. Kendisini kapatmaya elbette kıyamıyorum fakat yeni bir başlangıcın zamanının çok uzun zaman önce geldiğini biliyordum. Zaten en son yazımı yazarken de aklımda yeni bir blog açmak, mümkünse çok daha sık yazmak vardı. En azından ilk dediğimi yapıyorum, beş ay gecikmeli de olsa.

Oldukça sıradan bir gün geçiriyordum. Salı günleri normalde ofiste olduğum halde bugünü okulda ders çalışarak geçirmem, akşamında da ekonomi sınavına girmem haricinde pekala her zamanki gibi bir gündü. Eve gelip hızlıca iki makale karıştırdıktan ve yarın sabahki dersim için hocama discussion question'lar gönderdikten sonra kendimi yakın geçmişte yazdığım bir tiyatro eleştirisine göz gezdirirken buldum. Karaladığım bütün yazılar, kısası da uzunu da bambaşka yerlerde. Yani elbette hepsi toparlansın ve bir arada dursun demiyorum, zaten burası da son derece düzensiz fikirlerin ve akıl karışıklıklarının var olduğu bir blog (öyleydi ve öyle olmaya devam edecek). Yine de, en azından bir şey söylemeyen cümlelerim ve geyik sohbetlerim belirli bir yerde dursun isteyebilirim. Sahiden devamlılık sağlar mıyım bilmiyorum ama kendimi küçük Nazlı'nın yazılarından bir anlamda soyutlamak ihtiyacı hissettim. Tumblr filan bana göre değil, blogspot'u seviyor ve bu mecrada pek yabancılık çekmiyorum. Bundan beş-altı yıl önce bugünün Twitter'ı kadar vakit geçirirdim burda, düzenli takip ettiğim, çok sevdiğim bloglar vardı. Şimdi bir kısmı uyuşturucu bağımlısı, bir kısmı memleketlerinden kopup yozlaştı, bir kısmı da evlendi falan herhalde, bilmiyorum.

Beni soracak olursanız, hayatım o kadar sürprizsiz ilerliyor ki üstüne biraz düşünsem baya şaşırırım herhalde. Çocukluğumdan beri heveslerim, zevk aldığım şeyler, hatta hayallerim ve arkadaş seçimlerim o kadar sabit ki bu tutarlılığı bugün ben kendi aklımla yaratıyorum diye düşünmeye başlıyorum. 10 yaşındayken sorsalardı aşağı yukarı böyle bir 23 tasvir ederdim diye düşünüyorum.

Lafı çok uzatmayacağım. Bu hafta öyle yoğunum ki kendimi planlamaktan ve ne nasıl yetişecek diye öngörmeye çalışmaktan işlerimi yapmaya fırsat bulamıyorum. Örneğin yarın bütün gün okulda olacağım, aylardır görüşmediğim bir arkadaşımla yemek yiyeceğim, Balazs ve Bazin okuyup hakkında paper yazacağım filmi izleyecek, bir de muhtemelen Cumartesi günkü atölye için notlarımı temize çekeceğim. Aşırı yoğun yaşamaya alışınca sosyal hayatımdan ya da minik eğlencelerimden kesmek yerine uyku süremi azaltmayı öğrendim. Kendimle gurur duyduğum şeylerden yalnızca birisi ^^

Yazıyı noktalamadan hemen önce, çok da emin olmamakla birlikte, belki burada izlediğim-okuduğum-gördüğüm şeylerden bahsetmeye başlarım da hep birlikte birkaç dakikamızı verimli şekilde değerlendirmiş oluruz ya da ben burayı moda bloguna çevirip makyaj malzemeleri filan tanıtırım ya da en güzeli birlikte Ezel izleyip bölüm yorumları okur yazarız. (Hiçbiriyle uğraşmayacağıma iddaa 1.05 veriyor.) Zaten sıkıcı makalelerim dışında doğru dürüst bir şey okumadığım, izlediğim filmler ve oyunlar hususunda da her bir yorumu metin okumalarına dayandırıp dünyanın en sıkıcı insanına evrildiğim için biz muhtemelen burada bomboş şeylerden bahsedip birbirimizi eyleyeceğiz. (Çoğu zaman ben kendimle konuşacağım.)

Arayı çok açmamayı umuyor, Kasım aylarından hep nefret ediyor, bu kapalı İstanbul akşamında açtığım yeni blogumun ilk yazısını da eskisinden bir alıntıyla bitiriyorum, görüşmek üzere.

'[böyle] iç sıkıntıları sakin bir yaz akşamında gelince çözümü soğuk birkaç bira ve güzel bir sait faik hikayesinde bulabiliyorsun. arkada erik satie çalıyor veya handel'in sarabande'si, klimanın soğuğu rahatsız ettiğinden salonda değil, arka balkonun esintisinde, belki üzerinde ince bir hırkayla oturuyorsun ve umudunu yerine getirmek için birkaç saat yeterli bile olabiliyor. ama işte aylardan kasım ve hava sekiz derece olduğunda, ertesi gün vizen varsa ve istanbul'da da her yerde olduğun gibi yalnız hissediyorsan, sarılacak güzel bir hikayen de yoksa ve birkaç saat önce içtiğin bir şişe şarap değilse ve bebek'te sarhoş kilometrelerce yürümek yerine zambia ve malawi'de etnik farklılıklar ve iç savaş çalıştıysan, hayata tutunmak, bir şeylere inanmak ve insanlara sarılmak çok zor oluyor.'

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder