Depremden beri blog'da yazmadığımı fark ettikten sonra ara sıra birkaç cümle kurmaya çalıştım burada, ama boş pencereyle bir süre bakışmaktan öteye pek geçemedik. Sanırım anlamlı laflar etme yeteneğimi ya da daha basit bir ifadeyle yazı yazma hevesimi kaybetmişim. Bunun da depremle pek alakası yok aslında. En son yazımın 4 Şubat tarihli olması ve bazı dertlerimin o günden beri stabil kalması, üstüne bambaşka korkular ve sıkıntılar eklenmesi can sıkıcı sadece. Bazı ciddi sağlık sorunları yaşadıktan, sevdiklerinizin hayatlarıyla sınandıktan ve böyle katastrofik olaylar vesilesiyle aslında ne kadar çaresiz ve yalnız olduğunuzu geri dönülmez şekilde anladıktan sonra pek bir şeye hevesiniz kalmıyor gerçekten. 28 yaşındayım, en güzel günlerimin çok gerilerde kaldığını biliyorum.
Hava o kadar sıcak ki zaten herhangi bir şeye dair karşı konulmaz bir hevesim olsaydı da harekete geçecek gücü bulamazdım diye düşünüyorum. Birkaç gün önce İstanbul'da elimde valizimle öğle vakti havaalanına doğru yola çıktığımda havanın sıcaklığından şikayet etmiş, aynı günün ilerleyen saatlerinde Antalya'da otobüs beklerken sabahki serzenişim dolayısıyla kendime ve güneyliliğime bayağı kızmıştım. Dün Lara'da yüzerken akşam saat 6'da hava 46 dereceydi mesela. Bunu hiç mesele haline getirmeyip yüzmeye devam ettik. Yine de böyle zamanlarda kendi kendime aynı şeyi sorguluyorum: Ya bu yaz mevsimi biz çocukken de hep böyle sıcak oluyor muydu? Hani Adana'da nemden uyuyamadığımız geceleri, gündüz asla güneşin altına çıkamadığımızı, klimanın varlığıyla ancak hayatta kalabildiğimizi tabii hatırlıyorum ama şu an Antalya'da maruz kaldığımız sıcak, çocukluğumuzun yaz mevsiminin de ötesinde bir deneyim zannediyorum. Zira saat 15.34, güneş o kadar yakıcı ki sokaklarda bir tane insan göremiyorsunuz.
Bir süredir kafamı meşgul eden bir diğer konu, en son ne zaman herhangi bir şeye emek verip karşılığını aldığım. Hatırlamıyorum çünkü. Gün içerisinde, beynimi en son 2019 yılında kullanmış olduğuma dair türlü espriler yapıyor, içten içe bunun öyle ya da böyle bir doğruluk payının olduğunu biliyor, beni rahatsız ettiğinin de pekala farkında olmama rağmen bu durumu değiştirecek herhangi bir şey yapmıyorum. Çünkü yani ne gerek var? Uğruna emek verebileceğim, en ufak bir hevesimin olabileceği herhangi bir şey bulamıyorum. Bu tabii biraz çağımızın vebası, biraz Türkiye'nin sıkıntılı koşulları ama en çok da içinden çıkmayı bir türlü beceremediğim bu depresyon hali. Konfor alanlarımız, gerçekten konforlu alanlar olmaktan çıkalı birkaç yıl oluyor belki ama ben bu alanlardan çıkmamak konusunda akıl almaz bir direnç göstermeye devam ediyorum. Belki Amerika'da bir yaz okulu, belki gerçekten birkaç aylığına Tayland'a taşınmak ya da İstanbul'u nihai terk ediş işimi çok kolaylaştıracak ama günlerimi YouTube'da geçirmek daha çok işime geliyor. Tuhaf ve mutsuz bir kısır döngü.
Datça'da geçirdiğim beş günlük mini tatilin ardından hayatta bazı şeyleri oldurabileceğim fikrine kapılmıştım yeniden. Tabii çok uzun sürmedi. Datça'ya taşınıp İstanbul'daki işime uzaktan devam etsem gerçekten mutlu olur muyum diye düşündüm durdum. Belki Datça'da butik bir otel işletsem ya da bir teknem olsa veya düşünecek maddi hiçbir derdim olmasa bir süreliğine mutluluk hayalleri görebilirim - bence bu da çok uzun sürmez, çünkü dediğim gibi, mutsuzluk ve umutsuzluk içimde o kadar kanıksanmış bir halde duruyor ki onlar olmadan bir gün nasıl başlayabilir, bunu bile hatırlamıyorum açıkçası.
Bazı güzel şeylerden bahsedecek olursak, bu yaz tiyatro sezonunu kapatmadım çünkü Kadıköy Belediyesi çok iyi çalışıyor. (2024 yerel seçimleri de şimdiden mutsuz olmak için makul bir neden mesela, önümüzdeki mart ayına kadar hayatımı öyle veya böyle toparlamam gerektiği geliyor aklıma.) Fazla entelektüellikten sıkıldığım için kendime guilty pleasure tatil kitapları edinmiştim. Aynı şey, izlemekten asla vazgeçemediğim 2000'ler dizileri için de her daim geçerli zaten. Gülensu'yla yeni bir podcast'e başlama planları yapıyoruz. Sonsuza kadar 2000'ler dizileri konuşacağımız bir kanal. Cennet gibi bir yer yani. Datça'da Ebru Cündübeyoğlu'nun Ferda romanını okuduğum için bazı çevrelerce alay konusu edildim - ki bence beklentileri karşılayan, derin betimlemelerle dolu keyifli ve sıcacık bir hatırlama hikâyesi. Çabuk bittiği için üzüldüm; kendisinin şiir kitabını edinmeye çalışırken gördüm ki baskısı yok. Sahaf filan karıştıracağım bunun için İstanbul'a gidince. Siz hepiniz sürekli Dostoyevski okumaya devam edebilirsiniz...
Modumun düşüklüğü geçsin diye aklıma Harry Potter okumak geldi ve gerçekten kim bilir kaç sene sonra Felsefe Taşı okurken buldum kendimi. Sonuç: kitabı elimden bırakamıyorum. Tatil yapmayı, denize gitmeyi filan unuttum; sürekli kitap okuyorum. Zaman geçtikçe anlatı karanlıklaşacağı için hangi kitaba kadar ilerleyebilirim bilmiyorum, ama ergenliğimin sorunsuz zamanlarını bana hatırlatmayı başardığı için (pek çok 2000'ler dizisi gibi) aslında Harry Potter romanlarına da ne kadar müteşekkir olduğumu anladım. Galiba bu dünyadan gidene kadar hayatımın bazı spesifik yıllarını romantikleştirip duracağım.
Saat 4'ü geçti, hava hâlâ çok sıcak olduğu için birkaç saati daha evde, klimanın altında geçirmeyi planlıyoruz. Antalya'da uyumayı çok seviyorum çünkü gecelerimi deprem kaygısı taşımadan huzurla geçirebildiğim az sayıda şehirden bir tanesi. Telefonumu yastığımın altında tutmadan uyumayalı epey olmuştu.
Bunun dışında önümüzdeki aylara dair ciddi bir planım ya da heyecanla beklememi gerektirecek herhangi bir okazyonum yok. Şimdi böyle söyleyince ekimde İsrail'e gideceğim geldi aklıma. Belki de gerçekten hayattan zevk almayı bilmiyorumdur ya da dış politikamız sebebiyle vize alıp alamayacağımı kafama çok takıp bazı durumları kaçırıyorumdur. Bilmiyorum. Açıkçası eylül ayındaki Altın Koza'ya daha çok yükseliyorum. Veya bu akşam denize giderken yiyeceğimiz dondurmaya. Çok küçük şeylerden mutlu olmayı hâlâ beceriyorum fakat geleceğe dair akla yatkın bir planımın olmaması beni epey tedirgin ediyor. Özellikle Türkiye'de yaşayan arkadaşlarımın sayısı bir elin parmaklarını geçmez hale gelmişken.
Yine de mevsimin yaz olması, herkes iklim krizi diye bas bas bağırırken dahi termometrelerin gölgede 58 derece göstermesiyle filan çok astronomik dertlerimin olmaması, Akdeniz ikliminin bana verdiği yetkiye dayanarak günlerimi tembel geçirme özgürlüğüm derken kışa kadar bir şekilde idare ederim diye düşünüyorum. Sonrasını da artık sonra düşünürüz.
Bence bir süre topluca plan yapmayı bırakırsak her şey bir nebze daha iyi olabilir. Toprak burçlarını biraz rahatlığa davet ediyor, siz yine de güneş kremlerinizi ihmal etmeyin diyerek sözlerimi noktalıyorum.
PS: Minerva McGonagall oğlak mı terazi mi acaba diye Google'a sordum, teraziymiş.
Sevgili Nazlı,
YanıtlaSil"28 yaşındayım, en güzel günlerimin çok gerilerde kaldığını biliyorum." demişsin. 30'lar, 20'lerden daha güzel. İçinde bulunduğumuz dönem ve şartlar gereği insanın iyi hissedesi bile gelmeyebiliyor. Her şey hemen olsun istiyoruz. Olmuyor.
Yazının satır araları o kadar büyük bir enerji ve arayış ile dolu ki okuyabilseydi Dumbledore Büyük Salon'daki akşam yemeğinde kadehini sana kaldırırdı.
Bu güzel yazın için teşekkürler. Okumuşken bir ses etmeden geçemedim.
Cheers.
Ah yine bir dolu dert karalamaya gelmiştim ki tesadüfen bu yorumu gördüm. Çok teşekkür ederim, Dumbledore'la karşılıklı iki kelime edebilme fikri bile iyi hissettirdi. Benden de cheers.
Sil