2 Haziran 2024 Pazar

onun ne yaptığı belliydi / ben de yalnızlık, hürriyet filan dedim*

"Altıncı ya da yedinci sınıftaydım, Nisan'ın 15'iydi ve biten kışın ardından ilk kez o gün yarım kollu tişört giymiştim. O zamandan beri baharın gelişi ve yazlıkların çıkışı 15 Nisan'dır benim için. Adana'da tarihler zaman zaman biraz öne çekiliyor, İstanbul'da gardırop düzenleme işi Mayıs'ın başına sarkabiliyor. Ama çocukluğumdan beri Nisan'ı o kadar çok seviyorum ki böyle bir ayda ne olursa olsun keyfimi yerinde tutmaya çalışıyorum. Seçim bitti, kış geride kaldı, hava bugün kapalı ve biraz yağmurlu. Birtakım dertlerim var ama yetişkinlikten nasibimi almayı bir türlü beceremediğim için bir kısmını erteliyor, bir kısmını ise tamamen görmezden geliyorum. Şu sıralar çok fazla günlük yazasım var. Ama böyle lisedeymişim, okulda bazı olaylar olmuş ve bunlar dünyanın en büyük meselesiymiş gibi davrandığım bir günlük yazımı. Ne yazık ki günlüğümü İstanbul'da bırakmışım, ben bir haftayı aşkın süredir Adana'dayım. Çünkü seçim, bayram, baharın gelişi ve portakal çiçekleri.

Mart'ın ortalarında Ece'nin arabasıyla Bebek sahilde giderken çok kalabalık bir leylek sürüsü gördük. İki kol bileğimde iki ayrı marteniçka vardı, rotamız Robert Kolej'di ve ikisini de çıkarıp -göbek bağı gömüyormuşçasına- Robert'in bahçesindeki dallara bağladım. Dilek tuttum mu hatırlamıyorum. Bir anda tutabilecek dilek hiç bulamıyorum."

7 Nisan 2024. Oturma odasının bulvara bakan penceresinin önünde bir şeyler karaladığımı hatırlıyorum. Kendimi yazmaya zorlamıştım, en fazla bu kadar olmuş ve bırakmışım. Son zamanlarda hayatımı da aynı bu şekilde yaşıyorum. Kendimi bir şeylere zorlamak, birazını becerebilmek, çoğunda çuvallamak ve eninde sonunda vazgeçmek.

Nisan bitti, Mayıs bitti. Plansız bir şekilde kendimi yine bir süreliğine Adana'da buldum. Eskiden olduğunun aksine artık yazı yazmak burada daha çok aklıma geliyor sanırım. Birkaç hafta önce İstanbul'da günlük yazmaya çalıştığım, tam olarak yukarıda bahsettiğim şekilde "böyle lisedeymişim, okulda bazı olaylar olmuş ve bunlar dünyanın en büyük meselesiymiş gibi" davranarak bir şeyler karaladığım geliyor aklıma. Elbette bunda da çuvallıyorum, çünkü hiçbir şey olmasa bile bir şeyler oluyor ve en ucuz ihtimalle elim kalem tutmaktan yoruluyor. Eskiden böyle birisi değildin diye kızıyorum kendime. Ama sen zaten büyümeyi de hiç istemedin ki.

Sanırım çocukluğumda hayal edebildiğim maksimum bir yaş vardı ve -ne yalan söyleyeyim- kendimi en fazla 17-18 yaşlarında görebiliyordum. Büyümek eylemine o kadar hazırlıksız yakalandım ki bir plan yapacak vaktim olmadı. 29 yaşındayım, hayatımla ne yaptığım hakkında zerre fikrim yok. Geçenlerde bir ekip toplantısında, tamamlamak için 10 günümün olduğu bir iş için "Neyse ya, biraz bekleyeyim, belki ölürüm de öğrenmeme gerek kalmaz" dedim. Kısa süreli bir sessizlik oldu. Yöneticim "Beni strese sokmayın, antidepresanı bırakmaya çalışıyorum" diye yükseldi, sonra birkaç dakika aralıksız güldük çünkü -şükürler olsun- herkesin sinirleri çok bozuk. Bazen o kadar çok ölüm şakası yapıyorum ki ölüm fikri anlamını yitiriyor. Ama bazen de ölüm gerçeği var olan diğer bütün gerçeklerden öylesine sıyrılıyor ki bunun tuhaf bir rahatlatıcılığı oluyor. Her şeyin sona ermesinin, yok olmanın, silinmenin, zamanla hiç var olmamışa dönmenin tüyler ürpertici bir huzuru var. Cioran'ın dediği gibi belki de, intihar fikri, bizi intihar etmekten kurtarıyor.**

Adana'ya geldim çünkü lise homecoming'i vardı. Bu da biraz tuhaf zira Gezi parkı direnişleriyle okul-dershane-ev üçlüsünde geçen 2013 yazının ve lise mezuniyetimin üstünden on bir yıl geçmiş. Çok uzakta değil oysa. Yıllar boyu her ânıma tanıklık eden blog'umun arka sayfalarında. Bana sorarsanız birkaç yıl uzağındayız o günlerin, takvimler ise inanılmaz şeyler söylüyor. Arkadaşlarım evleniyor, bazılarının çocukları bile var. Hiç ayrı düşmeyiz zannettiğim dolu insanla aynı saat dilimlerinde bile değiliz. Bazılarını ömrümün sonuna kadar bir daha hiç görmeyeceğim mesela. Oysa yarın sabah formamı giyerek okula gitmiyor oluşumun mantıklı tek sebebi birilerinin bana büyüdüğümü söylemesi. "Keşke hiç büyümeseydim" diye başladığım her cümlenin sonundaysa aklıma Berkin geliyor.

Üniversite sınavına iki hafta kalmıştı, günlerden 2 Haziran, yıllardan 2013. Hiç unutmuyorum, evin kapısında kuzenlerim bekliyor. Babam da hazırlanmış, birlikte parka gideceğiz. Tam kapıdan çıkarken "Ya," diyorum, "yüzüme saracak bir şey almadım." Çantamızda talcid ve limon taşıdığımız günler. Hızlıca yatak odasına gidip annemin dolabından ince bir şal almaya yelteniyorum. Şalı alıp dönecekken kafamı dolabın açık kapısına çarpıyorum. Keşke dümdüz gaz yeseydim de kafamı çarpmasaydım diye düşünüyorum. O gün hayatımın ilk biber gazını yiyorum. Parkta kuzenlerimi kaybediyoruz, babamla eve yürüyerek dönüyoruz. Bugün olsa hevessizlikten dışarı bile çıkmayacağımıza o kadar eminim ki. Bu sadece büyümek değil; inancını, umudunu, heyecanını yitirmek. 18 yaşımın canlılığına biraz burun kıvırarak biraz da imrenerek bakıyorum.

Artık hiç eskisi gibi hissetmiyorum. Eskiden ben olmak ne kadar güzeldi, yine zor muydu etrafıma kıyasla bilmiyorum, ama ben olmak güzeldi. Şimdi ben olmak herhangi bir şey gibi. Bazı duyguları tarif edemiyorum, bu canımı sıkıyor. Gezi'nin üstünden on bir yıl geçmiş. Berkin vurulduğunda 14 yaşındaydı, hep birlikte ders ekerek cenazesine gittiğimizde 15. Biz 2013'te 18 yaşındaydık, cenazede 19. Kocaman insanlar olduk, Berkin hiç büyüyemedi. Kendimizi büyüyebilmenin, bu ülkede her şeye rağmen hayatta kalabilmenin güzel bir şey olduğuna inandırdık. Bundan yer yer şüphe duyuyorum. Ama gülüyorum çünkü gülmek büyükken de fena değil.

Her şeyin çok net olduğu, değişmez kurallarla dolu bir evren hayaliyle yanıp tutuşuyorum. Ben kimim, neredeyim ve ne istiyorum? Okul bahçesinde geçirdiğim birkaç saat bana şunu düşündürdü: Eskiden olsa hemen günlük tutardım. Ama günlüğüm yine İstanbul'da. Çocukluğumdaki kadar yazmadığım için artık kısa süreli yolculuklara çıkarken günlüğümü yanıma almıyorum, sürekli bilgisayar taşıdığım için tek bir defterin ağırlığını hesaplayıp duruyorum. Oysa yanımda defterim olsaydı gecenin bir vakti buraya bunları karalamam gerekmeyecekti. Hem böylece benim dışımda hiç kimse yaşadıklarımı ve hissettiklerimi bilmeyecekti. Yine de her şeye rağmen unutmayayım diye yazıyorum çünkü küçük Nazlı'ya ayıp etmekten korkuyorum. Çocukluğumu, eskiye dair pek çok şeyi, anılarımı ve mutlu biri olmayı inanılmaz özlüyorum. Her şey o kadar değişiyor ki eskiden olduğum gibi birisi olmak bana çok zor geliyor. On yıl önceki gibi günlük bile yazmıyorum. Büyümek böyle bir şey mi emin değilim, bence her şeyi olduğu gibi büyümeyi de yanlış yapıyorum.

Zamanın, günlerin, haftaların, ayların ve onca yılın geçmesi ne kadar garip. 2011 doğumlu çocukların ailelerinden ayrı konsere gitmesi. Bazı insanların hiç değişmemesi, bazılarının ise tanınmayacak hale gelmesi. Birçok yerde biri olmayı beceremedim belki ama sanki çocukluk yıllarımın geçtiği okulumda hâlâ biriyim. Attığım her adımda biriyle karşılaşmayı, küçüklüğümü bilen insanların gözlerine bakmayı seviyorum. Sanki hiç tanımadığım kendimi onlar daha iyi tanıyormuş gibi hissediyorum. Düşününce ilginç bir güven veriyor bu durum bana. Belki sevilme ve onaylanma ihtiyacı, belki başarı fikrine duyulan hasret, belki tanıdık herhangi bir hissin konforu. İlkokul arkadaşlarımla mezunlar buluşmasına gittim, hayat her zaman olduğundan biraz daha garipti. Dans pistinde son zıplamalar, kendimi rezil ettim mi çok hatırlamamalar. Dört kadeh rakı içiyorum, tek mi duble mi fikrim yok. Çıkışta artık kimse kalmamış, bir taksiye atlayıp Ziyapaşa'da bir mekâna gidiyoruz, neresi hiç hatırlamıyorum.

Aylar önce attığım bir tweet geliyor aklıma. Azerbaycanlı bir öğretmenin, öğrencilerine gösterdiği ilgiyle alakalı bir video için şunları yazmışım: "Öğrencilik hayatım bittiğinden beri kimse tarafından böyle şefkatle onaylanmadığım için hiçbir şey yoluna girmiyor sanırım, terapistin bile seni yargılayabilir ama teneffüste yanına gittiğin dershane rehberlik öğretmenin seni yargılamaz." Hayatım boyunca kendimle ilgili ettiğim en doğru laflardan biri. Hayatımdaki eksiğin bu olması fikri tarafından çok fena ele geçirildim. Şaşkın ve pekala savunmasızım. Yargılanmaktan, en çok da kendim tarafından yargılanmaktan çok sıkıldım.

Terapi yerine geçen başka ne yapmalıyım? Büyümekle ilgili bu kadar kabullenemediğim şey ne? Bunun var oluşumla ilgisi ne? Hayattaki sorunlarımdan yogaya yazılarak ve sallanan sandalye alarak kurtulabilir miyim? Keşke bazı şeylerin uğruna mücadele verebilsem. Bazı şeyler ne, onu bile bilmiyorum. Her gün başka biriyle karşılaşıyorum. Adana hiç olmadığı kadar küçük şu sıralar.

Büyümüyorum. Yaşlanıyorum. Çözüm. Bulmak. İstemiyorum. Sabah olunca formamı giyip okula gitmiyorum. İlk ders ne? Hayat bilgisi. Bunda da hep çuvallıyorum. Esen yayınları kimya soru bankasındaki mol testlerinin hepsini çözdüğüm gün yaşadığım tatmine ve genel olarak hayata devam edebilme gücüne çok ihtiyacım var. Geri kalan her şey bomboş geliyor. Koca bir boşluk. Bomboşluk. Bu yüzden yeniden Oğuz Atay okumaya başlıyorum.

-

*"Ne yaptığımızı sorduk birbirimize. Onun ne yaptığı belliydi. Ben de yalnızlık, hürriyet filan dedim."

Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken, s. 45.

**Emil Cioran: "İntihar fikri olmasaydı kendimi çoktan öldürmüş olurdum."