Bir yerlerde oversharing eylemem gerekiyor ama doğru mecrayı bir türlü bulamadım. Eskiden her derdimi Twitter'a dökebiliyordum, kim görmüş kim görmemiş hiç umrumda değildi. Sonra bir şeyler değişir gibi oldu. Tam olarak neyin farklılaştığını bilmiyorum ama sanırım takipçi profilim bilinç akışımı kaldırmak istemeyebilir ya da kimse bomboş demeçlerimi dinlemek mecburiyetinde değil diye düşünmeye başladım. Bir de aslında hayatı olağan akışında yaşamaya çalışıp birazcık rol yapıyorum, çünkü herkes bilir ki her şey yolundaymış gibi davranırsak her şey yoluna girer.
28 yaşına geldim, hâlâ ağır stresle baş etmeyi öğrenemedim. Dün akşam Serkan Altunorak'ın bir konuşmasını dinledim, babasının kanser olduğunu ve 8 ay ömrü kaldığını öğrendiği gün setinin ilk günüymüş ve bu haberin üstüne sete gidip çalışmak zorunda kalmış. Hatta babasının ölümünden birkaç gün sonra DOT'a ilk profesyonel tiyatro oyunu için audition vermeye gitmiş. Böyle anılar beni çok hüzünlendirir. Günlerce, haftalarca aklımın bir köşesini meşgul edecek mesela bu açıklamalar. Ben böyle büyük travmalar yaşamıyorum belki ama bilgisayar başına geçip iki mail bile okuyamadığım günler oluyor. Böyle zamanlarda sürekli yerli dizi binge'liyorum ve gerçekten IQ gerilemesi yaşıyorum; ama yapacak bir şey yok çünkü akıl sağlığı diğer her şeyden daha önemli (normal zamanlarda yerli dizi binge'lemiyormuşum gibi).
Mesela, 2009 yazı aşırı travmatik olduğu için canım beynim o yılı ve yıla ait anıları neredeyse tamamen sildi; fakat o dönem günde 13 saat Doktorlar izlememden mütevellit dizi replikleri ve bölümlerin büyük bölümü hâlâ beynimi işgal ediyor (iyi trade-off günün sonunda). 2009 kadar berbat bir dönem ŞÜKÜRLER OLSUN Kİ bir daha yaşamadım ama sonraki travmalarımı düşünürsek sırasıyla Sihirli Annem, Son Yaz, Ufak Tefek Cinayetler, ismini vermek istemediğim fakat SadGül ship'lemekten kendimi alıkoyamadığım dizi ve hatta Medcezir binge'lediğim zamanlar oldu. Sorarsanız çok da utanmıyorum. Pandemide de yalnızlıktan ve belirsizlikten kafayı yediğim günlerde Ezel'e aynı bu şekilde düşmüştüm. Çünkü n'apiyim?
Yukarıda saydığım her dizinin zihnimde ayrı bir felaket temsili var. Ona rağmen herhangi birini yeniden izlediğimde hiç tetiklenmiyorum çünkü yerli dizi sevdam bazı şeylerin önüne geçiyor demek ki. Bir de tabii kötü anıları hemen unutabilmek gibi bir yeteneğimiz var. Bu hem bir mucize, hem de başlı başına bir lanet. Geçenlerde annesi iki kez kanser atlatan bir arkadaşım, arkadaşlarıyla ilgili "Böyle şeylerin çetelesi tutulmaz ama" diye başlayan bir cümle kurdu. "Böyle şeylerin çetelesi öyle bir tutulur ki" dedim karşılığında, çünkü iyi günde insanın yanında olmak kadar kolay bir şey yok.
Liseye başladığım gün, o dönem neler yaşadığımızdan pekala haberi olan bir arkadaşım, yanıma gelip "Ee, tatilde nereye gittiniz?" diye sormuştu. 14 yaşındayım, bazı şeylerin cevapları yok. Hastane koridorlarında geçen koca bir yaz, dünyamız başımıza yıkılmış, neyle nasıl mücadele edeceğimi hâlâ öğrenememişim. En yakın arkadaşlarım bir kez arayıp sormuyor. Ben öyle her sözde kötü niyet arayan, kin tutan bir insan da değilim. Bazı şeyler yoluna girdikçe her şeyi unuttum. Dediğim gibi, insan beyni de buna çok kolay müsaade ediyor. Ama zaman geçtikçe, benzer şeyler yaşayıp etraftan benzer tepkiler almaya devam ettikçe, üstelik bu sefer karşındakiler 14 yaşında da olmayınca, önce şey diyorsun, "Ya ben kötü biriyim herhalde, yanımda kimse yok." Ya da birilerinden ilgi ve şefkat görebilmek için "Benim yanımda olun!" diye bağırmak gerekiyor, bunu da bilmiyorum. Böyle biri de değilim. Her şeyi kendi başıma halledebilirim sanıyorum. Yardım istemek, birini dertlerimi paylaşarak meşgul etmek filan, çok benlik işler değil. O yüzden önce kendi kendime biraz sinirleniyorum, sonra insanlardan uzaklaşıyorum, belki bambaşka birine dönüşüyorum ama insanları karşıma alıp da "Sen bana böyle yaptın" diyemiyorum.
Elimde olmayan sebeplerden ötürü bazı mücadeleler vermem gereken ayların sonunda eski hayatımı tanıyamıyor ve bambaşka birine dönüşüyor olmamı şaşkınlıkla karışık bir dehşet içerisinde izliyorum. Son zamanların özeti.
Yalnızlığı kafaya takan birisi olmadığım(ı düşündüğüm) için böyle durumlarda etrafımdaki insanlara sinirlenmek bana hâlâ tuhaf geliyor. Çünkü işte "Kimseye ihtiyacım yok, ben kendi kendime kafayı yerim, sorun değil, sizin aman keyfiniz kaçmasın" diye düşünüyorum. Ama işin aslı öyle değil. Konuşmam lazım, böyle saatlerce hatta, ama konuşamıyorum. Yaşamayan kimse de anlamıyor zaten. Öylesine hal hatır sormak için, iyi niyetiyle yanımda olan insanlara da sinirleniyorum. "MUTLUYSANIZ ARAMAYIN KARDEŞİM, gidin ötede mutlu olun" diye bağırmak istiyorum ama ayıp işte. Keşke küçükken böyle davransaydım, o zaman çok ayıp olmazdı.
Küçücük bir iyi haber alınca havalara uçuyorum. Keşke daha çok iyi haber alsam, keşke her şey yoluna girse, rutine dönse. Vallahi çok çok sıkıldım, çok yoruldum. Bir yol haritası olsun, hep onu takip edelim, her şeyi her an kontrol edelim, bir pürüz çıkmasın istiyorum. Hayat diyor ki "Saçmalama Nazlı, öyle şey olur mu?" Hayatla mücadele esnasında çok zorlanıyorum, özellikle sağlam bir planım olmadığında ve işler beklediğim gibi gitmediğinde. Resmen korkularım tarafından ele geçiriliyorum. Keşke sadece kuruntu yapıyor olsam ama öyle de değil. Sabahları Selena, akşamları Survivor filan izliyorum, öyle bir akıl tutulması.
Bunları da böyle günlüğüme filan yazacak olsam ileride kurtulması çok zor olacaktı. O yüzden buraya karalıyorum (çünkü neyse ki kimse okumuyor). Sanırım hayattaki felaketler ders çıkaralım diye değil, her şey yoluna girdiğinde ışık hızıyla unutup zihnimizden uzaklaştıralım diye var.
Sevgiler,
Nazlı