16 Aralık 2020 Çarşamba

bu, böyledir: daha iyi, iyinin düşmanıdır

2017 yılından sonra hayatta hiç iyi bir şey olmadı gibi geliyor.

2017 yılının -neredeyse- tamamını o kadar güzel hatırlıyorum ki, şu an içinde olsam nelerden nasıl şikayet ederdim merak ediyorum. Ya da daha genel bir soruyla, acaba o günlerin herhangi birindeyken kafamı en çok neye takıyordum, neye üzülüyordum? Kusursuz mutlu olmam ihtimal dahilinde değil çünkü.

2017, Mayıs'ın 3'ü. Fil hafızalı olduğum için böyle alakalı alakasız bir sürü olayın tarihini hatırlıyorum. Radyo Boğaziçi'nin müzik ödül töreni var BÜMED'de, büyük ihtimalle yakın arkadaşlarımdan biriyle (Duygu'ydu zannediyorum) ders çıkışı gitmişiz, havalar güzelleşiyor, bahar gelmiş, keyfime diyecek yok. Üzerimde ne olduğunu bile hatırlıyorum, inanılmaz saçma bir insanım. Siyah-beyaz kareli bir gömlek, tayt ve Oxford ayakkabı giyiyorum. 2017 yılının 2. dönemi lisans hayatımda geçirdiğim en güzel dönemdi. Sevmediğim tek bir dersim yoktu ve kendimi biraz Siyaset, biraz Sinema öğrencisi gibi hissediyor, üstüne bir de tiyatro ve heykel dersleri alıyordum.

O gün o törende pek beklemediğim bir şey oldu. Yıllardır görmediğim ve pekala saygı duyduğum birisi, tören bitiminde tesadüfen karşılaşınca ayaküstü "Neler yapıyorsun?" diye sordu bana. Ne cevap vereceğimi düşünmeme bile fırsat kalmadan ortalığı bir hengame götürdü, kalabalık, itiş kakış derken o soru cevapsız kaldı. O birkaç saniyede düşünüp cevaplayamadım neler yaptığımı. Ne yapıyordum? Okuyorum işte, hani üniversite ya burası, midterm'leri atlatmışız, dersler bitecek iki haftaya, arkasından hemen finaller gelecek filan. Ama neler yapıyorum sorusunun cevabı bunlar mı, bilmiyordum. Yani üniversitede üçüncü sınıftayım, programım Sinema ve Siyaset dersleriyle dolu, bu arada İspanyolca öğrenmeye başlamışım, boş zamanlarımda heykel atölyesine gidiyorum, üstüne TEGV'de gönüllü eğitmenlik yapıyorum haftanın bir günü. Deli gibi izliyor, okuyor, yazıyor, geziyorum muhtemelen. Ama sevdiğim, değer verdiğim bir insan karşıma geçip öylesine, art niyetsiz "Neler yapıyorsun?" diye sorunca bunlar aklıma gelmiyor, böyle CV anlatır gibi hayatımın odağında neler olduğunu söyleyemiyorum. Bakıyorum öyle suratına, soruyu tekrarlıyorum belki dışımdan: "Neler yapıyorum?" Yani bilmem ki, bir şey yapmıyorum galiba. Arkadaşlarım neler yapıyorlar acaba? Kesin onların böyle hazırlıksız yakalandıkları bir soru karşısında verecek upuzun cevapları vardır, onlar mutlaka bir sürü şey yapıyorlardır. Hayatıma hoşgeldiniz.

Hiç abartmıyorum, bu cevap veremediğim "Neler yapıyorsun?" sorusu ve sonrasındaki beş saniyelik 'kalabalık içinde sürüklenme' zaman dilimi üzerine günlerce düşünüp hayatımın beş para etmezliği konusunda kendimi sorguladım, minik depresyonlara sürüklendim, hiçbir şey yapmadığıma dair herkesi ikna ettim ve yana yakıla yapabileceğim bir şeyler aradım. Zira dediğim gibi, üçüncü sınıfı bitiriyordum ve bütün arkadaşlarım yurt içinde/yurt dışında stajlar, kurslar, work & travel'lar kovalayarak verimliliğin ve 'işe yararlılığın' dibine vuruyorlardı. Bense ders çalışmadığım ya da tiyatro oyunu izlemeye gitmediğim zamanlarda yurt odamda oturup bazı sevdiğim şeyler üzerine eleştiri yazıları filan yazıyordum. İşe yarar bir şey yaptığım yoktu anlayacağınız.

Cevap veremediğim "Neler yapıyorsun?" sorusundan birkaç gün sonra, bir akşam Ece'yle Beşiktaş'ta şarap içmeye gitmiştik. Şarap içmeye gitmiştik dediğim yer Misket. Yıllardır hiç uğramadım ama pandeminin neden olduğu yoksunluktan olacak, şu an çok tatlı bir bahar akşamı etkinliği gibi göründü gözüme. Keşke dersten çıkıp bir anlık kararla Hisarüstü'nden 559C'ye binsek ve o iğrenç Cuma akşamı trafiğinde Beşiktaş'a varmamız saatler sürse. Eski normalde böyle ekstra sıradan aktiviteler yapardık. Neyse, o akşam kütüphaneden Yıldız Ecevit'in Ben Buradayım kitabını almıştım, çünkü muhtemelen tiyatro dersinde konu Oğuz Atay'a gelmişti ya da ben tamamen tesadüfi bir şekilde Tehlikeli Oyunlar okuyordum o sıralar, Poyraz Karayel yeni final yapmıştı falan filan.

Bu ayrıntı da şöyle yer ediyor zihnimde: Okul sonrası sırt çantam o kadar dolu ve ağır ki kütüphaneden aldığım kitabı çantama sığdıramadığım için bütün akşam elimde taşıyorum. Otobüste kucağımda, Misket'te otururken kucağımda, dönerken kucağımda. Ece'yle masada otururken bir selfie'miz var, elimde kitabı tutup kameraya gösteriyorum. O akşam Ece bana diyor ki, o soru laf olsun diye sorulmuş bana, "Neler yapıyorsun?" diye, öylesine, cevap bile beklenmemiş yani aslında. Belki öyle, doğru. Ama olsun, ben cevap veremedim ya, bu inanılmaz dert oluyor içime, bir türlü geçmiyor. Bir şeyler yapmam lazım ki bir şeyler yapıyorum diyebileyim. Birisi tekrar gelip bana "Neler yapıyorsun?" diye sorarsa, şunu şunu yapıyorum, diyebileyim.

O yaz ilk stajımı yaptım İstanbul'da, hatta iki tane. Birincisi ana akım gazetelerden birinde, Dış Haberler departmanında, diğeri de bilindik bir STK'da. Kaç kez Kilyos'a yüzmeye gittim, Bebek Havuz'un hakkını verdim... Bir hafta sonu annemle Akçay'a gittik bir arkadaşının yazlığına, stajlarım bitince Budapeşte'ye, oradan Viyana'ya. Sonra birkaç hafta Adana'da kaldım, dayımlarla yazlıkta takıldım, mis gibi bir yaz geçirdim. Düşününce rüya gibi. Hem bir sürü şey yapmışım, "Neler yapıyorsun?" sorusuna verebileceğim cevaplar var, hazırlanmışım bu soruya. Hem de gerçekten güzel vakit geçirmişim, bir sürü şey öğrenmişim, gezmişim etmişim. Sonra Eylül geldi, okullar açıldı. Yine keyfim yerinde, en yakın arkadaşlarımdan biri Erasmus'a gitmiş ama en yakın zamanda ziyaret edeceğim onu. İspanyolcaya devam ediyorum, Neorealism & Magic Realism in Cinema diye bir dersim var, Fransız Devrim Tarihi filan alıyorum yani daha ne yapabilirim ki? 2017'nin sonbaharı. Gelin şimdi sorun "Neler yapıyorsun?" diye, diyeceğim ama kesin yine cevap veremem ve günlerce ben hiçbir şey yapmıyorum diye depresyona girerim.

Geleceğim nokta şu: 2017 çok güzel bir yıldı, çok mutluydum ve hayatımdaki şeylerle tatmin oluyordum. Yapmak istediğim ya da yapabileceğime inandığım şeyler vardı, veya en azından ne yapmak istediğimi bir gün bulabileceğime dair umudum. Şu an bunların hiçbiri yok. Belki bana öyle geliyor, belki tamamen pandeminin suçu, gerçekten bilmiyorum ama herhangi bir konuda tatmin olmak nasıl bir histi, bunu hiç hatırlamıyorum. İnsanlar bugün bana hâlâ "Neler yapıyorsun?" diye soruyorlar. Öyle art niyetli filan değil, dümdüz, laf arasında, öylesine. Uygun bir cevap verebilmek için uğraşıyorum. Sahi neler yapıyorum? İçinde olmaktan hiç hoşlanmadığım bir iş hayatım var, aylardır evden çalışıyorum, öğle arasında sahile inip yemek yerken insanlarla sohbet etme ya da kahve arasında dışarıda iki tur atma imkanım yok. Mesai çıkışı arkadaşlarımla buluşup Misket'e şarap içmeye gidemiyorum mesela. Konser, tiyatro, sinema, bunlar zaten tamamen hayal oldu. Günlerimi bilgisayar başında mail atarak, Excel dosyaları içinde kaybolarak ya da dizi izleyerek geçiriyorum. Hatta öyle çok dizi izliyorum ki "ben artık dizi izlemek değil, dizi olmak istiyorum" cümleleri kuruyorum. Keşke gerçekten dizi olsam bu arada.

Her an her yerden gelebilecek "Neler yapıyorsun?" sorusuna vereceğim cevabı geliştirmek için de bir şeyler yapıyorum ama. Bu konuya özel olarak hazırlanıyorum. Mesela, karantina dönemimin son verimliliği, resmiyetteki ilk kitap çevirim yayımlandı kısa bir süre önce. Bakınız, söyleyecek ekstra bir şey.

"Neler yapıyorsun?"

"Ya, ne yapayım işte, karantina dönemi, evdeyim hep. Geçenlerde bir kitap çevirdim ama, o yayımlandı. Politika, demokrasi filan, öyle bir şeyler."

Sonra, beklenmedik bir anda GETEM için kitap seslendirmeye karar verdim. Bu şöyle oldu: Birkaç hafta önce çok iyi bir iş teklifi aldım ama sırf İstanbul'a dönmem gerekecek ve vakaların pik yaptığı pandemi döneminde stüdyolara, ofislere tıkılacağım diye teklife hayır dedim. İnsanlar çok şaşırdı. Bazıları o kadar da şaşırmadı muhtemelen ama şöyle bir akıllarından geçirmişlerdir her türlü. Kendimi, bu teklifi reddetmem üzerinden uzun uzun sorgulamaya başladım. Tamam, pandemi geçerli bir neden ama acaba başka şeyler de mi var? Birileri laf arasında dedi ki, çok da çalışmak istemiyormuşum aslında, ondan reddetmişim. Görece uzun süreli bir mutsuzluğun ardından kendimi, tembel olmadığım konusunda kendime kanıtlamak için bir başka ciddi ve vakit alan aktiviteye giriştim. Sekiz yıl sonra kendimi GETEM için kitap seslendirirken buldum.

"Neler yapıyorsun?"

"GETEM'i biliyorsun? Hah evet, yeni bir kitap seslendirmeye başladım ben de. Tembel değilim yani aslında, sadece kötü bir dönemden geçiyorum. Pandemi filan, biliyorsun. Vakitleri değerlendirmek lazım böyle."

Bu örnekler böyle çoğaltılır. Master başvuruları yapmaya geri döndüm mesela. Muhtemelen bir ya da iki tane okulun maksimum iki bölümüne filan başvuracağım ama önemli olan zaten başvuruyorum diyebilmek. İş başvuruları yaparken de böyle davranıyordum aynı şekilde.

"Neler yapıyorsun?"

"Birkaç yere başvurdum işte, onlardan dönüş bekliyorum. Belli olsun da duruma göre bakacağım."

Hayatta gerçekten istediğim şey bu mu, ne yapmayı hayal ediyorum, gelecekten neler bekliyorum, bunların bir cevabı yok artık. Olsa da önemi kaldı mı emin olamıyorum, zira kendimi insanların gözünden izlemeye o kadar alıştım ki kendi hayatımın neresindeyim bilmiyorum. Hayatımın merkezinde ben yokum çünkü, bu çok açık. Ne yapmak istediğimi bulmaya dair bir çabam da yok. Birkaç hafta sonra 26. yaşımı dolduracağım, saçma sapan bir durum. Hâlâ muazzam büyüme sancıları ve varoluş bunalımları yaşıyorum. Bu hisler üniversiteyi bitirince yok olur sanıyordum ama hiç öyle olmadı. Okulda olduğum zamanlardaki kadar bile mutlu değilim, o dönem çok daha tamam hissediyordum kendimi. Şimdiyse hiç olmadığım kadar kaybolmuş durumdayım. İki nesil önce insanlar benim yaşımda üçüncü çocuklarını doğuruyorlardı, ben "Hmm, acaba bu hayattan tam olarak ne istiyorum?" diye soruyorum. Üstelik cevabım da yok.

Kıssadan hissem şu: Başarı ve verimlilik takıntısı insanı mahvediyor. Geçenlerde Arzu söyledi, "Daha iyi, iyinin düşmanıdır." Voltaire'in sözüymüş. İnsanın kendi hayatında bile son sözü söyleyen olamaması baya zavallı bir durum, acınası, inanılmaz problematik. Sürekli yönlendirmelere ve mentorluğa ihtiyaç duymak, ben ne istiyorum diye soramamak, bu soruya cevap vermekten korkmak, duyacağın cevaptan korkmak, ipleri eline almaktan, hata yapmaktan korkmak, hatta hatalarının sonuçlarına katlanacak kadar cesur olamamak... Birileri "bu, böyledir" dediği için bunun böyle olması gerektiğine kanaat getirmek, bir hedefte karar kılmak çok riskli olduğu için de insanların hedeflerini gözlemleyip kendi hedeflerin diye bunları benimsemek. Yazınca olduğundan daha korkunç göründü gözüme. Tutunacak bir dal bulamayınca başkalarının dallarına göz dikmek kısacası. Tutturacak bir hedef bulamayınca başkalarının hedeflerine göz dikmek. Muhteşem bir insanım.

"Neler yapıyorsun?" sorusuna nasıl cevap versem de insanlara bazı durumları kanıtlasam diye düşünmek çok yorucu. Daha yorucu olansa bunu düşünerek bile yapmıyor olmak, bayağı istemsizce benimsemek bu durumu. Ben yaptıklarımı, planlarımı, kendimi mecbur hissettiğim için uğraştıklarımı CV doldurur gibi anlatmak istemiyorum insanlara. Hatta belki çalışmak bile istemiyorum şu an gerçekten, tembel olmak ve sonuna kadar tembelleşmek istiyorum. "Neler yapıyorsun?" sorusu karşısında "Bütün gün yataktan çıkmayıp Masumlar Apartmanı izliyorum" demek ve bunun o an için sürdürülebilir olduğuna inanmak istiyorum.