26 Ocak 2020 Pazar

James Joyce'un M. Bloom'u gibi, kendi korkularımızın üstüne oturmuş, felsefe ve şiir yapıyoruz*

Tanpınar'ın meşhur bir sözü var, fark etmeden de olsa bir yerlerde denk gelmişsinizdir mutlaka.

"Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor."

Yazıktır, o durumun içindeyim yeniden. Aklımda başka şeyler vardı ama ilgilenmeye gönlüm razı gelmedi.

Kaybolmuş bir nesiliz biz. Aslında Türkiye'de yetişmiş her gençlik biraz kayıptır; büyümesi ve gelişmesi akla gelmeyecek zorluklarla engellenmeye çalışılmış koca bir kayıp nesil sürüsü... Neredeyse her dönemin kendi gençleri başka başka dertlerle mücadele etmiş. Cumhuriyetin ilk zamanlarının eğitimsizliği ve yoksulluğundan tutun, İkinci Dünya Savaşı yıllarının kimsesizliğine, 60'lı yılların sonunda özgürlük ve bağımsızlık uğruna büyük mücadeleler veren, yetmeyip sonraki on yılda öldürülmeye başlanan öğrencilere, adil bir yaşam ve iyi bir gelecek için üniversiteleri protesto alanına çevirmeye mecbur kalanlardan faili meçhullere kurban gidenlere kadar sayısız -ve hatta kimi zaman isimsiz- gençten söz ediyorum.

Benim tanık olduklarımın listesi de bir bu kadar uzuyor. Berkin'in cenazesini unutamıyorum mesela, Çorlu'daki tren kazasında hayatını kaybeden minicik Oğuz Arda'yı unutamıyorum. 20 yaşında evinin önünde bıçaklanarak öldürülen, şimdilerde yeni yıl hedeflerini yazdığı notların sosyal medyada dolaştığı balerin Ceren'i unutamayacağım. Dün ve bugün Elazığ'daki enkazdan -neyse ki- sağ çıkarılan, adını bile bilmediğim o iki küçük kız çocuğunu da unutamayacağım. Yazıktır ki onlar da unutamayacak tüm bu acıyı; sevenleri, bilenleri, bu travmaya ortak olan binlerce başka insan ölene kadar hatırlayacakları bir trajedi sahibi oldular birkaç gün önce. Bir insanın, ömrünün sonuna kadar içinde iyileşmeyecek bir yara taşıması ne demek bilmiyorum, benim hayal edebileceğimin çok ötesinde bir acı bu.

Şebnem Ferah dün akşam Instagram'da 99 depreminde Yalova'daki evlerinin enkazından çıkarılmış oyuncak bir piyano görseli paylaşıp altına uzunca bir yazı sığdırmış. Cuma akşamından beri okuduğum en dokunaklı şeydi sanırım, açıp açıp yeniden, defalarca baktım aynı satırlara. Şey demiş sonlara doğru, "Pek çok şeyi birbirine eklediğimde düşünüyorum da, artık yaralanmış biriyle karşılaştığımda fark edebiliyorum, hissedebiliyorum, hiçbir şey anlatmasına gerek yok..." Bu coğrafyanın, insanlar üzerinde bunca kısa aralıklarla böyle kolektif travmalar yaratabilmesi hâlâ çok enteresan geliyor bana. Yani ortaya çıkan felaketlerin sürecine ya da sonucuna şaşırmıyorum ama bir anda gündelik hayatlarımızı bırakıp ülkenin herhangi bir yerindeki herhangi bir meseleyle milyonlarca insan olarak aynı zamanda ilgilenmeye başlayabilmemizi hâlâ çok tuhaf buluyorum.

99 depremini hiç hatırlamam. Dört buçuk yaşındaydım, bir önceki gün annemlerle Antalya'ya gelmişiz Eskişehir'den. Sabah, babamın cep telefonunun gece boyunca kesik olan elektrikler nedeniyle şarj olmadığını, ardından halamın arayıp depremi haber verdiğini dinledim bizimkilerden birkaç kez. Ne tatili hatırlıyorum ne anlatılanları. Ama insan aklı işte, bir önceki yaz Ceyhan'da olan depremi, Adana'da yedinci kattaki evimizin nasıl sallandığını, holde sarsıntının geçmesini beklerken mutfak kapısının girişindeki buzdolabının üzerinde duran kaselerin nasıl yere düşüp kırıldığını, aşağı inişimizi, apartmanın dışındaki otoparktan koca bir insan kalabalığı halinde yukarı, apartmana, balkonlara bakışımızı, sonra Adana'nın Haziran sıcağında o geceyi karşı apartmanlardan birinin terasında onlarca başka mahalleliyle birlikte geçirdiğimizi çok net hatırlıyorum. Üç buçuk yaşındayım. Hayata dair hatırladığım ilk anım. Hatta o terastaki geceden kalma, hâlâ annemlerin evinde duran mavi, plastik bir bardak var. Kimindi, neden bize geldi hiçbirimiz bilmiyoruz.

Birkaç ay önce Adana'dayken, o güne kadar hiç hatırlamadığım bir şey dinledim annemden. Depremden sonra yıllarca, evdeki açık pencerelerden esen rüzgar yüzünden sallanan perdelere bakıp deprem oluyor diye korkup ağlamışım. Yıllarca. Dünyanın en saçma rasyonalizasyonu filan herhalde, ama işte, tebrikler, yepyeni bir travmanız oldu! Hem de üç buçuk yaşındayken, ayrıntılarıyla hatırlamakta bile zorlandığınız yarım dakikalık bir an yüzünden. Sonra sahiden de sallanan perde metaforunu gözümün önüne çok kolay getirebildiğimi ve zihnimde bunun deprem özelinde bir karşılığının olduğunu fark ettim. Dedim ya, insan aklı işte.

"[İki gün önce] Elazığ ve çevresinde insanların büyük çoğunluğu, izlerini kalplerinde ömür boyu taşıyacakları şekilde yaralandı. Acılarını derinden paylaşıyorum. Hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarınaysa kendilerini onarabilmeleri için kuvvet diliyorum..." diye bitirmiş sözlerini Şebnem. Enkaz altındaki insanlarla empati kurabilmek, öyle laf olsun diye de değil, anlayarak, bilerek, hissederek, başkalarının deneyimlerini kendi yaşamının süzgecinden geçirerek, fark ederek bunu yapabilmek, duygusal olarak kolay rastlanır şey değil. Gelin görün ki ender karşılaşılması gereken bu gibi felaket hikayeleri, bu toplumda kolayca benzerinin bulunabildiği diğer hikayelerle hemencecik eşleşiveriyor. Ben bu acıyı biliyorum diye çıkıyor birileri, ben bunu yaşamıştım, ben bunu izlemiştim, ben bunu hissetmiştim. Sonra birkaç satır yazı okuyorsun işte, hatırlamadığın çocukluk travmaların ve vicdanın öyle baskın geliyor ki huzurla kitap okumayı planlayarak girdiğin evde kendini böyle cümleler yazarken buluyorsun. Keyfin hep kaçık, sokakta denk geldiğin büyüklü küçüklü herkes aynı şeyden bahsediyor, toplumsal belleğin ve gündemin bir noktada mutlaka eşitleniyor.

Gezi döneminin başlangıcı üniversite sınavımın iki hafta öncesine denk gelmişti örneğin. Bu ülke, derslere odaklanıp çalışmamı güzelce engelledi o süreçte. Berkin'in cenazesi için okulu kırmıştım, Soma dönemi yine öyle. En son hatırladığım, İstanbul yerel seçimlerinin YSK tarafından geçersiz sayıldığı akşam hararetle ders çalışıyordum, haberi alınca kendimi yine istemsizce gündemi takip ederken bulmuştum. Bunca saçmalığın içinde kendimizle ilgilenecek vakit bulup az biraz bireysel yatırım yapabilmemiz açıkçası baya takdir edilesi. Üç gecedir yapmak istediğim hiçbir şeye odaklanamadım, anlık video'lar izleyip moralimi daha da bozmaya devam ediyorum.

İşin kötüsü, tüm bu tantana birkaç haftaya bitecek, gündem yavaş yavaş değişecek, insanlar kamusal alanlarda ya da sosyal medyada gülüp espriler yapmaktan ve hayattan keyif almaya devam etmekten utanmamaya başlayacak. Ama toplum davranışlarından azıcık anlıyorsam, bazıları için daha yoğun, bazıları içinse yalnızca belirli tarihlerde somut olarak hatırlanacak, yine de bir şekilde hep var olacak bir yas süreci gelecek. Tüm travmaların ardından gelir, 'toplumsal' olanlarının da zamanla yok olduğuna pek rastlamadım Türkiye'de. Hatta travmanın üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, kitlesel olarak bu travmayı tecrübe etmiş toplumların neredeyse tümünde travmanın silik izlerine rastlanır. Bir sonraki travmayla bir önceki silinmez, belirli tarihlerin ortak olarak temsil ettiği belirli olaylar ve olgular ortaya çıkar, çoğalır ve bir zaman gelir ki takvim üzerindeki bütün tarihlerin bir başka travmanın yıl dönümü olduğunu fark edersiniz. Kısacası yas bitmez, unutulmaz; kolektifleşir. Kamusal yas bir noktada ulusal kimliğin temsili olmaya başlar.

Görünüyor ki travmatize olmamız için artık belirli bir sınıfa ya da kimliğe sahip olmamız gerekmiyor, bir şekilde akla hayale sığmayacak felaketlerin başrol oyuncusu, figüranı ya da yoldan geçip tanık olanı olabiliyoruz. Bir sonraki felakette yerler kolaylıkla değişebiliyor, bir bakıyoruz sonraki mağdurların yüzlerine bakıp hiçbir şey bilmeden yaralandıklarını anlayabilmeye başlamışız, falan filan. Literatür ya da psikoloji bilimi ne diyor bilmiyorum ama toplumsal travmaların en çok zarar görenleri doğrudan yaralananlar ya da aileler değil sanırım, bir felakete uzaktan ya da yakından tanık olmak da son derece acı veriyor. Eskilere kıyasla daha kayıp bir nesil olduğumuza inanmaya devam ediyorum; lakin görünen o ki yeni Türkiye'nin yeni gençleri de Ahmet Hamdi'nin tasavvurundan çok uzakta değiller ve olmayacaklar.

Gündelik rutinlerimizden koparılmadığımız, iyileşmeye ve kendimize zaman tanıyabildiğimiz, sakin ve olaysız geçirebileceğimiz uzun ömürler dileğiyle bir başka Tanpınar alıntısıyla yazıyı noktalayayım.

"Doktor çağırmak âdetti. Hastalar iyileşsin iyileşmesin doktor çağırılmalıydı. Ne hayat, ne de ölüm adını verdiğimiz kardeşi, doktorsuz olurdu. Hele ölüm... Yaşadığımız dünyada başında doktor olmadan ölmek adeta ayıptı. Bu ancak muharebe meydanlarında, insanlar toptan, binlerce, on binlerce öldükleri zaman olabilirdi. Çünkü ölüm aslında pahalı bir şeydi. Fakat bazen ucuzlar, herkesin olurdu."**

Sevgiler,
Nazlı

*Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur, s. 368.
** Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur, s. 384.