27 Temmuz 2019 Cumartesi

sıcak iklimlere eşlik eden klima huzuru yahut kapalı kapılar

Ben yaz sevdalısıyım. Öyle yağmurdan, çamurdan, fırtınadan, tadımı kaçıracak her türlü soğuktan, hatta ara ara karlı havalardan bile nefret ederim. Yaş aldıkça daha da faşistleşiyorum bu konuda, insanlar etrafımda şu temmuz günlerinin güneşinden yakınıp dururken sinir bozucu şekilde kafamı iki yana sallayıp 'Hava sıcak değil ki' diyorum. Alışkanlıklar beter şeyler. Adana'da yaşarken bir kez olsun insanları karşıma alıp yaz güzellediğimi hatırlamam. Ömrüm boyunca ilkbaharı sevdim ben, hâlâ çok severim. Nisan favori ayımdır, nerede olursam olayım mutlu olabileceğime inanırım. Adana'da portakal çiçekleri vardır, İstanbul'da mis gibi mor salkımlar açar, erguvanlar şehre renk katar, biçilen çim kokusu, börtü böcek sesleri, Boğaziçi'nin çimlerinde yatıp yuvarlanabilme özgürlüğü, ince kot pantolonlar, gömlekler, spor ayakkabıları ve fularlar... Gelin görün ki hep çok kısa sürer bunlar. Toplamda iki, bilemediniz üç hafta sonra ya havalar birden bire kapamaya ve soğumaya karar verir, ya da aniden yaz gelir, tatil için kaçacak yer ararsınız.

Şimdiye kadar mayıs sonu-haziran başı demek benim için sınavlarımın bitmesi, yaz tatilinin (en azından okulsuzluk anlamında) başlaması ve birkaç günlüğüne de olsa Adana'ya filan kaçmam demekti. Bir süredir tam anlamıyla böyle olmuyor gerçi ama insan yine de güneşin bir müddet daimi olarak ısıtacağının farkına varabilmek için böyle zamanlarda deniz sezonunu acilen açmak istiyor. Ben de kendimi Kilyos'ta filan buluyorum. Bir kez yüzünce sezonu açmış olmanın mutluluğuyla bir süreliğine rahatlıyorum, sonra yaz bitecek korkusuyla mutlaka her fırsatta denizle ya da havuzla buluşmaya, sevdiğim tüm yazlık kıyafetlerimi ve sandaletlerimi hevesimi alıncaya kadar giymeye özen gösteriyorum. Zira İstanbul'a sonbahar çok erken geliyor, benim üniversiteye başladığım yıla kadar varlığından haberdar olmadığım bir sonbahar mevsimi varmış, eylül dediniz mi yavaş yavaş kendini hissettiriyor serin havalar buralarda.

Neyse, ne diyordum? Ben gerçekten yaz sevdalısıyım, zaman geçtikçe daha faşizan boyutlarda yaz seviyor, sıcaktan söylenenlere göz filan deviriyorum. Şey gibi de değil, bütün yaz mevsimini tatil beldelerinde, sahillerde geçirirse insan tabii yaz sever şeklinde değil. Metropolün ortasında da yaz sevebiliyorum ben. Mecidiyeköy viyadüğünde değil tabii ama Bebek'te ya da İstiklal'in ortasında, Caddebostan'da veya herhangi bir alışveriş merkezinde dışarıda hissedilen havanın 36 derece olmasıyla hiçbir derdim yok. Üstelik İstanbul gerçekten yeterince sıcak değil. İki hafta önce Antalya'da akşam saat 4'ten sonra termometreler 47 dereceyi gösteriyordu ve biz gölgedeki şezlongumuzda "Aa, sıcakmış hava" dedikten sonra güneşin altında yüzmeye devam ettik. No big deal sahiden. 

Tam zamanlı çalışmaya başlayalı iki hafta oldu. Gereksiz ama ikinci haftamın sonunda "IQ'um gerilemeye başlıyor galiba" diye yaptığım geyiğin gerçek olma ihtimalinden biraz korkup kendimi Halid Ziya okumaya verdim. Yarı zamanlı okul-yarı zamanlı iş koşturmacasından nasıl olabiliyor da şimdi daha yorgun olabiliyorum tam anlamasam da, yoğun sayılabilecek bir ofis gününün ardından, bir cuma akşamını evde, odamda, cips-bira-Grey's Anatomy üçgeninde geçirdiğim için çok keyifli olduğumu fark edip yorgunluk gizemini çözmeyi daha sonraya bırakıyorum. Az önce yatağımda uzanırken aklıma kim bilir hangi ergen gerisi yaz mevsimimden kalma mini mini bir anı geldi de, Twitter'da cümleyi toparlayıp aktarmayı deneyip başaramayınca kendimi aylar sonra burda, blog'da, ne söyleyeceğim hakkında pek fikrim olmadan yazı yazarken buldum. Bu sırada Spotify karşıma 7-8 yıl öncesinden kalma mp3 listemin (evet evet mp3 listemin) şarkılarını çıkardı, nereye tıkladım da nereden fırladı yine hiç fikrim yok, ama kendimi 2011 yılında Adana'daki odamda günlük yazıyormuşum gibi hissettim. Bu yüzden biraz ergenlik şarkılarıma göz atacağız, bu yazının ilk şarkısı da bu olacak. TIK.

Bu her şehirde elbette böyle değil biliyorum da, Ege'nin belirli kısımları ve Akdenizliler dışında bahsettiğim durumu içselleştirebilecek ne kadar insan var merak ettim açıkçası. Böyle haziran ayının son günleri, Adana'da nefes aldırmayan sıcaklar yeni yeni başlıyor, ben karnemi alalı iki hafta kadar olmuş, annemler çalıştığı için en azından temmuz ayının ortalarına kadar Adana'dayız. Ben muhtemelen sabahtan akşama kadar televizyon izliyorum, belki bir iki kez kuzenlerimle denize gitmişizdir ama o kadar, kesinlikle bilgisayarda fazla zaman geçirdiğim ya da vakitsizce kral oyun oynadığım için bizimkilerden ders çalışmam yönünde minik uyarılar yiyorum, ara ara Brezina ya da İpek Ongun okuyorum galiba. Akrabalarım, arkadaşlarım filan henüz Adana'dalar çünkü şehrin hâlâ yaşamaya müsaade eden bir hali var, hayalet şehre dönüşmeden ve insanlar yazlıklarına ya da yaylalara kaçmadan evvel birkaç hafta daha Adana'da hayat var. 

Hep şöyle bir gün olurdu, o an gelene kadar evde hiç klima açılmamış; dedim ya, şehir, içinde barınmamıza ve gece terden uyanmayarak kısmen deliksiz uyumamıza hâlâ müsaade ediyor. Bir akşam eve dayımlar gelecek olur, anneannem davet edilir, yengemler kuzenlerim derken bir anda kalabalık bir akşam yemeği organize edilir. Kalabalık dediğim, üç aile aynı evde toplanır. Zaten doğum günleri ve bayramlar dışında senede yalnızca birkaç kez olur bu. Herkes iki aylığına şehirden ayrılmadan önce, belki de, tesadüfen, ama eylül gelip de herkes evlere dönene kadar gerçekten son kez, birlikte bir akşam geçirilir. O gün o yazın ilk kliması açılır. Biz çekirdek aile olarak salonda pek oturmayız; ama o gün salonda oturulur, büyük masanın etrafında toplanılır, yüksek sesle sohbet edilir ve mutfaktan salona tabaklar taşınır. Büyük ihtimalle televizyon açık olur, yemekten önce bir güruh koltuklarda oturup kendi arasında konuşurken aynı anda diğer bir grup televizyonda izledikleri şey hakkında laflar. Muhtemelen kim olduklarını o akşam öğrendiğim iki takımın futbol maçı vardır, bu değilse kesinlikle herkes tarafından bilinen ve şöyle ya da böyle izlenen bir prime time dizisinin sezon finali. Bu konuşmaların sesleri hep birbirini bastırır, en sonunda televizyonun sesi sonuna kadar kısılır. Hatta o kadar eminim ki babam uzakta duran kumandayı benden ister, sonra sesi tamamen kapatır. Şimdi sadece dayımların anneanneme kendilerini duyurmak için yüksek sesle konuşmaya başlayışları yankılanır odada. Belki yemeğe geçilince televizyonun sesi tekrar açılır. 


Bütün bu kargaşa esnasında salonun hole açılan kapısı hep kapalı tutulur. Elimde tabaklarla mutfağa gideceksem önce bir elimi boşa çıkarır, kapıyı açar, holden gelen nemli ve sıcak -çok sıcak- havanın üstüme vurmasının ardından içerinin soğuğu gitmesin diye aceleyle kapıyı kapatırım. Bütün akşam, bütün gece böyle devam eder bu. O salondan dışarı kim çıkacaksa o kapının minimum süreyle açık kalması gerektiğini bilir. İçimizden birisi kapıyı kapatmayı unutarak dışarı çıkarsa arkasından kızılır hatta, başka birisi hamle edip vakit kaybetmeden kapatır o kapıyı. Klimalı odanın yapay soğuğundan üşüyüp içerde, benim odamda, belki oturma odasında, mutfakta ayak üstü takılıp sohbet etmeye başlayanlar olur. Biz çocuklar büyüklerin yanında olmaktan sıkılıp benim odama geçeriz, onların yanında rahat konuşamıyoruzdur çünkü, neden sonra serin ve kuru havaya sadece birkaç saatte alışmış vücutlarımız o nemli yapış yapış sıcak karşısında öyle isyan eder ki yetişkinlerin yanına dönmek zorunda kalırız. 

En güzeli şeydir ama, yemekler yenmiş, masadan kalkılmış, herkes koltuklara dizilmiş, televizyon yeniden açılmış ama insanlar televizyondan gelen sesin üstüne üstüne kendi aralarında konuşuyor, sehpaların üstünde içleri boşalmış ince belli çay bardakları, annem herkese teker teker çay içerler mi diye soruyor; ben bir ara tuvalete gitmek için serin salondan ayrılıyorum, aynı nemli ve sıcak hava üstüme çarpıyor, kapıyı kapatıp salonu arkamda bırakıyor, tuvalet kapısını açmak için holde ilerliyorum. Mutfak tezgahındaki kirli tabak ve bardaklara gözüm çarpıyor belki, 12 yaşında olduğum için umursamıyorum. Beş dakika sonra tuvaletten çıkıp salona girmek üzere kapıya yaklaştığımda, elimi kapı koluna uzatıp kapıyı açmaya yeltendiğimde, salondan birbirine karışmış sohbetlerin seslerini duymak, beyaz ve buzlu camlı kapının ardında göremediğim ama az sonra evlerine dağılacak olan insanların halen muhabbet ediyor olduklarını ve içerinin o serin havasının beni karşılayacağını bilmek... Aklımın bir köşesinde hiç de silik olmayan böyle huzur dolu bir anı var. 

Misafirler gittikten sonra klimanın kapatıldığı, ama içerinin serinliğinin birkaç saat daha korunduğu; üstelik salon kapısı, hol ve mutfak, hatta arka odalar da serinlesin diye açık bırakıldığı halde, evde o sıcak Adana gecesinin misafirlerle dolu odasının hissinin birkaç saat daha kaldığı, yıllar öncesine dayanan ama duygusunun çok uzakta olmadığına yemin edebileceğim, böyle saçma sapan, birkaç saniyelik bir anı. Salon kapısının önünde, elim kapı koluna uzanırken içeriyi duyularımla algıladığım birkaç saniyelik bir anı. Serinliğin yüzüme çarpmak üzere olduğu, dayımların tok seslerini duyduğum, muhtemelen annemin bir şeylere güldüğü, öyle, anlamsız, kısacık, herhangi bir zamana ait olabilecek, minicik bir an. İçindeyken kıymetini bilmem gerektiğinin farkında olduğum, şimdi değil belki ama bir gün mutlaka o birkaç saniyelik zaman dilimine dönmek için çok şey verebileceğimi söyleyeceğim ve geri dönülemez olacak olan kısacık, minicik, farkına bile varılmayacak birkaç saniye. 

Klimaların ofis odalarında köklendiği değil de sıcak iklimlerdeki aile akşamlarına eşlik ettiği zamanlara duyulan öylesine bir özlem. Yakın zamanda böyle bir aile yemeği yeriz umarım diyeceğim de, sanırım artık klima açmak için nefes alamayacak duruma gelmeyi beklemiyoruz ve yine sanırım klima çalışan odaların kapısını bir süredir hep açık tutuyoruz. 

Cuma akşamıma Grey's Anatomy izleyerek devam edeceğimi düşündüyseniz kesinlikle çok iyi bildiniz. 

Sevgiler, 
Nazlı.