26 Eylül 2019 Perşembe

Greta Thunberg ve İsveç'te Aktivizm

Bir süredir, akademinin yokluğu ve iş hayatının yoğunluğu arasında düşünememekten, okuyamamaktan ve yazamamaktan şikayetçi olduğumu artık hep birlikte biliyoruz diye umuyorum. Başlarda olayın ciddiyetiyle alay etmek için IQ'mun düşmeye başladığı varsayımlarında bulunup kendimi eğlendiriyordum ama işler minik minik doğruluk payı kazanmaya başlayınca küçük bir silkinme vaktinin geldiğine kanaat getirip kendimce bazı önlemler aldım. Eylül ayının başından beri eleştirel okumalara ağırlık veriyorum, sırf critical düşünme yetim körelmeye başlamasın, işte rasyonelliğim duygusallık ve kurgusallığa yenik düşmesin diye. Hatta büyük gerizekalılık olduğuna inandığım halde, üniversite dönemim boyunca hiç denk gelemediğim bir alandan güzel bir dersin syllabus'ını edindim. Okumalar mail kutumda çıktılarının alınmasını bekliyor ama kendimde o cesareti henüz bulamadım zira (bir) sapık gibi hiçbir gerekliliği olmamasına rağmen makale okumaya başlarsam gerizekalı derler, (iki) kafam karışır da okulu çok özlediğimi fark edip akademiye dönmeye karar veririm diye çok korkuyorum.

Neyse. Bunlar epey alakasız mevzular çünkü en azından bir süre daha hayatım bu çizgide devam edecek, o nedenle bunları başka zaman konuşuruz. Benim şimdi bahsetmek istediğim ve açıkçası birkaç gündür sosyal medyada, evde ve arkadaş ortamında da ara ara lafını ettiğim mevzu, iki gündür hatırı sayılır bir kesim tarafından konuşulan 16 yaşındaki İsveçli aktivist Greta Thunberg.

Greta'yı birkaç aydır takip ediyorum, açıkçası ilk andan itibaren ilgi çekici de buluyorum çünkü ana dili İsveççe olan küçük bir kız çocuğunu arkasına ciddi bir kalabalık almış halde sokaklarda görmek bizim bu coğrafyada çok alışkın olduğumuz bir durum değil. Kendisi bundan yaklaşık bir yıl önce Stockholm'de kendi kendine başlattığı İklim İçin Okul Grevi (İsveççesi: Skolstrejk För Klimatet) eylemini bugün dünyanın pek çok ülkesine, yüz binlerce insanın katılımıyla yaymış olmasıyla tanınıyor. Fakat zannediyorum ki Greta'nın sosyal medyayı tabiri caizse kasıp kavurması Pazartesi günü UN'de yaptığı konuşmadan ileri geliyor. Buna daha sonra değineceğim.

Yakın zamanda Amerika'daki talk show'lardan birinin konuğu olduğunda söylediği birkaç cümle üzerine ilk kez somut olarak Greta'dan bahsetme ihtiyacı duydum. Trevor Noah, The Daily Show'da Greta'ya iklim değişikliği tartışmalarının İsveç ve Amerika arasında farklılık gösterip göstermediğini soruyor, ("Do you feel a difference in the conversation traveling from Sweden to America? Is there a different feeling around climate change?"), Greta'nın bu soruya yanıtıysa şu şekilde: "I would say yes, [...] here it feels like it is being discussed as something whether you believe in or not believe in." *

Benim bu noktada söyleyebileceğim şey, küreselleşmenin had safhada olduğu ve dünyanın her bir tarafından insanlar olarak iletişim nimetleriyle donatıldığımız bu çağda, iklim krizi gibi ciddi, 'gerçek' ve acil bir mesele üzerine yapıcı çözümler üretilmesinden ziyade, halen uluslararası boyutta meselenin gerçekliğinin/inanılan bir olgu olup olmadığının tartışılmasının tek kelimeyle inanılmaz olduğu. Greta'yı bu kısa konuşmasından sonra bir süre karşısındaki insanlara "Climate change is a FACT, you morons!" diye bağırırken hayal ettim, tabii ki İsveç aksanlı güzel İngilizcesiyle.

Yazıya başlamak isteme nedenim de şuydu aslında, son iki gündür herkes o kadar çok konuşuyor ve bağırıyor ki, hiç kimse gerçekten neler olduğuna dikkat etmek gereği duymuyor. Şunu demek istiyorum, Greta etrafında şekillenen tartışmada iki ekstrem uç var ve bir taraf kızı Orta Doğu'da doğmamış olmakla suçlarken diğer taraf bu birinci suçlayıcı tarafı Greta'nın hasta ve duyarlı olduğu gerçeğiyle alt etmeye çalışıyor. Bir de ad hominem yapmayı bırakıp iklim meselesinin ciddiyetine vurgu yapan realist taraf var tabii. Bana sorarsanız bazı eleştiriler çok yerinde, çünkü evet kabul edelim ki bu dünyada birçok şey halen suç sayılsa da hayvan hakları ve iklim gibi tırnak içinde zararsız mevzuların konuşulması bürokrasinin canını o kadar da sıkmıyor. En zengin iş insanlarının, en siyasete bulaşmaması gereken yüksek rütbeli toplum figürlerinin ya da ne derseniz işte, en apolitik yetiştirilenlerin bile hayvan haklarından ve iklim meselelerinden bahsederken kendilerini tehdit altında hissetmediklerini kabul etmemiz gerek. Bu sadece demokrasi fikrinin oturduğu Batı toplumlarında değil Türkiye'de de böyle. Nitekim, evet Greta hepimiz için ziyadesiyle yenilikçi bir hareket başlattı ve ben yarattığı atmosferi şaşırarak izlemeye devam ediyorum; ama hiç kimsenin kızın en azından yakın gelecekte hayatıyla ilgili dışarıdan gelen bir tehlike yaşayacağını düşünmediği de açık. Kimse, Greta dahil olmak üzere, kısa vadede kendisinin susturulacağını düşünmüyor bana kalırsa.

Ayrıca, şu olay yaratan UN konuşmasına değinmek gerekirse, konuşmayı subjektif olarak gereksiz duygusal ve abartılı bulduğumu itiraf etmek zorundayım ama meselenin bu olduğuna sahiden inanmıyorum. Bence sorun şu ki, son iki günde yaşanan tartışmalarda sağduyulu insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Ciddi ciddi üzüldüm bu duruma çünkü herkes tek bir noktaya o kadar odaklanmış ki meseleyi kaçırıyor. Evet, Greta, benim en büyük başarımın muhtemelen münazara maçları filan kazanmak olduğu yaşta, 16 yaşında (üstelik milenyum çocuklarının biz 90 kuşağı çocuklarından çok daha ilgisiz, 'needy' ve kayıp bir nesil olduğu apaçık), politikacılara kafa tutarak kendini adadığı fikri açıklıyor ve (UN konuşmasını gerçekten dışarıda bırakmak zorundayım; normal şartlarda diyelim) öyle güzel açıklıyor ki benim konuyu yine istemeden coğrafyaya getirmeme neden oluyor.

Greta, biraz önce bahsettiğim talk show konuşması içinde bir kez üstüne basarak demokrasinin gücünden bahsediyor, her ne kadar 16 yaşında iklim aktivisti bir kız çocuğunu sıradan vatandaş kisvesi altında değerlendirmem yanlış olacaksa da, insanların yetiştiği kültürel ve siyasi düzlemi göz ardı etmenin her koşulda büyük hata olduğunu düşünüyorum. Söylemek istediğim şey şu, Greta 16 yaşında, Asperger sendromlu, çok akıllı ve duyarlı bir kız; fakat kendisi dünya üzerinde sosyal demokrasi ve refah devleti dendiğinde akla gelen ilk örnek olan İsveç'te doğup opera sanatçısı bir anne ve aktör bir baba tarafından yetiştirilmiş. Siz Orta Doğu'da yetişmiş yine akıllı ve duyarlı bir genci demokrasinin gücüne inandıramayacakken Greta'nın kendi davasının arkasına bu fikri çekinmeden alabilmesi kadar doğal bir şey yok. Orta Doğu'da demokrasi bir söylemden öteye gidemezken Greta kendisinin herhangi sosyal ve/veya politik bir meselede söz sahibi olabileceğine elbette inanıyor.

Dediğim gibi, çoğu insanın "YOU HAVE SCIENCE GIRL, ne diye ajitasyon yapıyorsun?" diye yükseldiği Greta'nın gereksiz heyecanlı UN konuşması beni de irite etti fakat kız Asperger sendromlu ve selective mutism hastası, yani mecbur kalmadıkça ya da istemedikçe konuşmuyor. En azından internet kaynaklarına göre (havalı olsun diye böyle yazdım ama bibliyografi ekleyemem çünkü kaynak: Onedio), ilkokulda çevre kirliliğinin ve iklim krizinin ne olduğunu öğrendikten sonra ciddi bir depresyona girmiş ve çok uzun süre bir şey yemeyip hiç konuşmamış. Tüm bu arkaplan hikayeleri düşünüldüğünde 16 yaşında birden bire üne kavuşan Greta'nın kendini adadığı meseleyi UN'in İklim Zirvesi'nde kalabalıklar karşısında heyecanlanarak, bağırarak ve yine tırnak içinde abartarak anlatması kadar olağan bir durum yok. Yani, evet kendisini itici olmakla suçlayabilirsiniz ama sahte ya da proje olması konunun epey dışında ve absürt kalıyor.

Gelin görün ki aynı Greta, Stockholm'de değil de Anadolu'nun bir köyünde, aynı özelliklerle doğsaydı, topluma karışmak ve bir şeyleri değiştirmek şansına sahip olmak yerine görmezden gelinecek ve çok kısa zamanda yok olacaktı. Ne mutlu ki, Greta kendisine fikirleriyle var olmasına olanak sağlayacak şartlarda, iyi bir ülkede, kendisine destek veren bir eğitim sistemi (bkz. muhteşem İngilizcesi ve bilimle yeşertilmiş ilkokul dersleri), refah içinde yaşamasını mümkün kılan bir ekonomik düzen ve sesini duyurabileceğine inandıran bir siyasi iklim içinde doğmuş, mücadelesine inanmış ve fikirlerini haykırıyor.

Bana kalırsa, tüm bu iklim krizi tartışmalarını bir kenara bırakıp kendi aramızda toplanalım ve "sosyal demokrasi bakın nelere izin veriyor, 16 yaşında gencecik çocuklar kendilerini nelere adıyor ve nasıl böyle güzel ifade edebiliyor" noktalarına odaklanalım, zira bilimsizlik ve eğitimsizlik bizde yalnızca vasatlığı getiriyor.

Dip not olarak şunu da ekleyeyim. Greta'yla aynı gün doğmuşuz (tipik bir Oğlak burcu mükemmelliyetçiliği var üstünde, bu geyiği yapmak zorundayım.) Fırsat verilseydi benden de çok iyi politik aktivist olurdu ama İsveç'te doğmadığım ve Türkiye'de sözde apolitik yetiştirilen 90'lar kuşağına ait olduğum için aktivistliğim ara ara mitinglerde slogan atmakla ve Twitter'la sınırlı kaldı :')

Son dip not: Bu yazının birden bire ortaya çıkış nedeni takribi birkaç saat önce attığım işbu tweet'tir: "Birileri birtakım konularda fikrimi sorsa da dakikalarca konuşsam diyorum. Hocam, söz alıp milenyum çağında iklim aktivizmi ve politik bilincin demokrasiyle ilişkisi konulu boş yapabilir miyim, çok teşekkürler." 

Keşke yazının başlığı "Greta Thunberg ve Milenyum Çağında İklim Aktivizmi & Politik Bilincin Demokrasiyle İlişkisi" olabilseydi ama paper yazmıyorum, kısmet. (Greta Thunberg and Climate Activism in the 2000's & the Relationship Between Political Consciousness and Democracy)

Sevgiler,
Nazlı.

https://on.cc.com/34FXXrp


27 Temmuz 2019 Cumartesi

sıcak iklimlere eşlik eden klima huzuru yahut kapalı kapılar

Ben yaz sevdalısıyım. Öyle yağmurdan, çamurdan, fırtınadan, tadımı kaçıracak her türlü soğuktan, hatta ara ara karlı havalardan bile nefret ederim. Yaş aldıkça daha da faşistleşiyorum bu konuda, insanlar etrafımda şu temmuz günlerinin güneşinden yakınıp dururken sinir bozucu şekilde kafamı iki yana sallayıp 'Hava sıcak değil ki' diyorum. Alışkanlıklar beter şeyler. Adana'da yaşarken bir kez olsun insanları karşıma alıp yaz güzellediğimi hatırlamam. Ömrüm boyunca ilkbaharı sevdim ben, hâlâ çok severim. Nisan favori ayımdır, nerede olursam olayım mutlu olabileceğime inanırım. Adana'da portakal çiçekleri vardır, İstanbul'da mis gibi mor salkımlar açar, erguvanlar şehre renk katar, biçilen çim kokusu, börtü böcek sesleri, Boğaziçi'nin çimlerinde yatıp yuvarlanabilme özgürlüğü, ince kot pantolonlar, gömlekler, spor ayakkabıları ve fularlar... Gelin görün ki hep çok kısa sürer bunlar. Toplamda iki, bilemediniz üç hafta sonra ya havalar birden bire kapamaya ve soğumaya karar verir, ya da aniden yaz gelir, tatil için kaçacak yer ararsınız.

Şimdiye kadar mayıs sonu-haziran başı demek benim için sınavlarımın bitmesi, yaz tatilinin (en azından okulsuzluk anlamında) başlaması ve birkaç günlüğüne de olsa Adana'ya filan kaçmam demekti. Bir süredir tam anlamıyla böyle olmuyor gerçi ama insan yine de güneşin bir müddet daimi olarak ısıtacağının farkına varabilmek için böyle zamanlarda deniz sezonunu acilen açmak istiyor. Ben de kendimi Kilyos'ta filan buluyorum. Bir kez yüzünce sezonu açmış olmanın mutluluğuyla bir süreliğine rahatlıyorum, sonra yaz bitecek korkusuyla mutlaka her fırsatta denizle ya da havuzla buluşmaya, sevdiğim tüm yazlık kıyafetlerimi ve sandaletlerimi hevesimi alıncaya kadar giymeye özen gösteriyorum. Zira İstanbul'a sonbahar çok erken geliyor, benim üniversiteye başladığım yıla kadar varlığından haberdar olmadığım bir sonbahar mevsimi varmış, eylül dediniz mi yavaş yavaş kendini hissettiriyor serin havalar buralarda.

Neyse, ne diyordum? Ben gerçekten yaz sevdalısıyım, zaman geçtikçe daha faşizan boyutlarda yaz seviyor, sıcaktan söylenenlere göz filan deviriyorum. Şey gibi de değil, bütün yaz mevsimini tatil beldelerinde, sahillerde geçirirse insan tabii yaz sever şeklinde değil. Metropolün ortasında da yaz sevebiliyorum ben. Mecidiyeköy viyadüğünde değil tabii ama Bebek'te ya da İstiklal'in ortasında, Caddebostan'da veya herhangi bir alışveriş merkezinde dışarıda hissedilen havanın 36 derece olmasıyla hiçbir derdim yok. Üstelik İstanbul gerçekten yeterince sıcak değil. İki hafta önce Antalya'da akşam saat 4'ten sonra termometreler 47 dereceyi gösteriyordu ve biz gölgedeki şezlongumuzda "Aa, sıcakmış hava" dedikten sonra güneşin altında yüzmeye devam ettik. No big deal sahiden. 

Tam zamanlı çalışmaya başlayalı iki hafta oldu. Gereksiz ama ikinci haftamın sonunda "IQ'um gerilemeye başlıyor galiba" diye yaptığım geyiğin gerçek olma ihtimalinden biraz korkup kendimi Halid Ziya okumaya verdim. Yarı zamanlı okul-yarı zamanlı iş koşturmacasından nasıl olabiliyor da şimdi daha yorgun olabiliyorum tam anlamasam da, yoğun sayılabilecek bir ofis gününün ardından, bir cuma akşamını evde, odamda, cips-bira-Grey's Anatomy üçgeninde geçirdiğim için çok keyifli olduğumu fark edip yorgunluk gizemini çözmeyi daha sonraya bırakıyorum. Az önce yatağımda uzanırken aklıma kim bilir hangi ergen gerisi yaz mevsimimden kalma mini mini bir anı geldi de, Twitter'da cümleyi toparlayıp aktarmayı deneyip başaramayınca kendimi aylar sonra burda, blog'da, ne söyleyeceğim hakkında pek fikrim olmadan yazı yazarken buldum. Bu sırada Spotify karşıma 7-8 yıl öncesinden kalma mp3 listemin (evet evet mp3 listemin) şarkılarını çıkardı, nereye tıkladım da nereden fırladı yine hiç fikrim yok, ama kendimi 2011 yılında Adana'daki odamda günlük yazıyormuşum gibi hissettim. Bu yüzden biraz ergenlik şarkılarıma göz atacağız, bu yazının ilk şarkısı da bu olacak. TIK.

Bu her şehirde elbette böyle değil biliyorum da, Ege'nin belirli kısımları ve Akdenizliler dışında bahsettiğim durumu içselleştirebilecek ne kadar insan var merak ettim açıkçası. Böyle haziran ayının son günleri, Adana'da nefes aldırmayan sıcaklar yeni yeni başlıyor, ben karnemi alalı iki hafta kadar olmuş, annemler çalıştığı için en azından temmuz ayının ortalarına kadar Adana'dayız. Ben muhtemelen sabahtan akşama kadar televizyon izliyorum, belki bir iki kez kuzenlerimle denize gitmişizdir ama o kadar, kesinlikle bilgisayarda fazla zaman geçirdiğim ya da vakitsizce kral oyun oynadığım için bizimkilerden ders çalışmam yönünde minik uyarılar yiyorum, ara ara Brezina ya da İpek Ongun okuyorum galiba. Akrabalarım, arkadaşlarım filan henüz Adana'dalar çünkü şehrin hâlâ yaşamaya müsaade eden bir hali var, hayalet şehre dönüşmeden ve insanlar yazlıklarına ya da yaylalara kaçmadan evvel birkaç hafta daha Adana'da hayat var. 

Hep şöyle bir gün olurdu, o an gelene kadar evde hiç klima açılmamış; dedim ya, şehir, içinde barınmamıza ve gece terden uyanmayarak kısmen deliksiz uyumamıza hâlâ müsaade ediyor. Bir akşam eve dayımlar gelecek olur, anneannem davet edilir, yengemler kuzenlerim derken bir anda kalabalık bir akşam yemeği organize edilir. Kalabalık dediğim, üç aile aynı evde toplanır. Zaten doğum günleri ve bayramlar dışında senede yalnızca birkaç kez olur bu. Herkes iki aylığına şehirden ayrılmadan önce, belki de, tesadüfen, ama eylül gelip de herkes evlere dönene kadar gerçekten son kez, birlikte bir akşam geçirilir. O gün o yazın ilk kliması açılır. Biz çekirdek aile olarak salonda pek oturmayız; ama o gün salonda oturulur, büyük masanın etrafında toplanılır, yüksek sesle sohbet edilir ve mutfaktan salona tabaklar taşınır. Büyük ihtimalle televizyon açık olur, yemekten önce bir güruh koltuklarda oturup kendi arasında konuşurken aynı anda diğer bir grup televizyonda izledikleri şey hakkında laflar. Muhtemelen kim olduklarını o akşam öğrendiğim iki takımın futbol maçı vardır, bu değilse kesinlikle herkes tarafından bilinen ve şöyle ya da böyle izlenen bir prime time dizisinin sezon finali. Bu konuşmaların sesleri hep birbirini bastırır, en sonunda televizyonun sesi sonuna kadar kısılır. Hatta o kadar eminim ki babam uzakta duran kumandayı benden ister, sonra sesi tamamen kapatır. Şimdi sadece dayımların anneanneme kendilerini duyurmak için yüksek sesle konuşmaya başlayışları yankılanır odada. Belki yemeğe geçilince televizyonun sesi tekrar açılır. 


Bütün bu kargaşa esnasında salonun hole açılan kapısı hep kapalı tutulur. Elimde tabaklarla mutfağa gideceksem önce bir elimi boşa çıkarır, kapıyı açar, holden gelen nemli ve sıcak -çok sıcak- havanın üstüme vurmasının ardından içerinin soğuğu gitmesin diye aceleyle kapıyı kapatırım. Bütün akşam, bütün gece böyle devam eder bu. O salondan dışarı kim çıkacaksa o kapının minimum süreyle açık kalması gerektiğini bilir. İçimizden birisi kapıyı kapatmayı unutarak dışarı çıkarsa arkasından kızılır hatta, başka birisi hamle edip vakit kaybetmeden kapatır o kapıyı. Klimalı odanın yapay soğuğundan üşüyüp içerde, benim odamda, belki oturma odasında, mutfakta ayak üstü takılıp sohbet etmeye başlayanlar olur. Biz çocuklar büyüklerin yanında olmaktan sıkılıp benim odama geçeriz, onların yanında rahat konuşamıyoruzdur çünkü, neden sonra serin ve kuru havaya sadece birkaç saatte alışmış vücutlarımız o nemli yapış yapış sıcak karşısında öyle isyan eder ki yetişkinlerin yanına dönmek zorunda kalırız. 

En güzeli şeydir ama, yemekler yenmiş, masadan kalkılmış, herkes koltuklara dizilmiş, televizyon yeniden açılmış ama insanlar televizyondan gelen sesin üstüne üstüne kendi aralarında konuşuyor, sehpaların üstünde içleri boşalmış ince belli çay bardakları, annem herkese teker teker çay içerler mi diye soruyor; ben bir ara tuvalete gitmek için serin salondan ayrılıyorum, aynı nemli ve sıcak hava üstüme çarpıyor, kapıyı kapatıp salonu arkamda bırakıyor, tuvalet kapısını açmak için holde ilerliyorum. Mutfak tezgahındaki kirli tabak ve bardaklara gözüm çarpıyor belki, 12 yaşında olduğum için umursamıyorum. Beş dakika sonra tuvaletten çıkıp salona girmek üzere kapıya yaklaştığımda, elimi kapı koluna uzatıp kapıyı açmaya yeltendiğimde, salondan birbirine karışmış sohbetlerin seslerini duymak, beyaz ve buzlu camlı kapının ardında göremediğim ama az sonra evlerine dağılacak olan insanların halen muhabbet ediyor olduklarını ve içerinin o serin havasının beni karşılayacağını bilmek... Aklımın bir köşesinde hiç de silik olmayan böyle huzur dolu bir anı var. 

Misafirler gittikten sonra klimanın kapatıldığı, ama içerinin serinliğinin birkaç saat daha korunduğu; üstelik salon kapısı, hol ve mutfak, hatta arka odalar da serinlesin diye açık bırakıldığı halde, evde o sıcak Adana gecesinin misafirlerle dolu odasının hissinin birkaç saat daha kaldığı, yıllar öncesine dayanan ama duygusunun çok uzakta olmadığına yemin edebileceğim, böyle saçma sapan, birkaç saniyelik bir anı. Salon kapısının önünde, elim kapı koluna uzanırken içeriyi duyularımla algıladığım birkaç saniyelik bir anı. Serinliğin yüzüme çarpmak üzere olduğu, dayımların tok seslerini duyduğum, muhtemelen annemin bir şeylere güldüğü, öyle, anlamsız, kısacık, herhangi bir zamana ait olabilecek, minicik bir an. İçindeyken kıymetini bilmem gerektiğinin farkında olduğum, şimdi değil belki ama bir gün mutlaka o birkaç saniyelik zaman dilimine dönmek için çok şey verebileceğimi söyleyeceğim ve geri dönülemez olacak olan kısacık, minicik, farkına bile varılmayacak birkaç saniye. 

Klimaların ofis odalarında köklendiği değil de sıcak iklimlerdeki aile akşamlarına eşlik ettiği zamanlara duyulan öylesine bir özlem. Yakın zamanda böyle bir aile yemeği yeriz umarım diyeceğim de, sanırım artık klima açmak için nefes alamayacak duruma gelmeyi beklemiyoruz ve yine sanırım klima çalışan odaların kapısını bir süredir hep açık tutuyoruz. 

Cuma akşamıma Grey's Anatomy izleyerek devam edeceğimi düşündüyseniz kesinlikle çok iyi bildiniz. 

Sevgiler, 
Nazlı.


15 Şubat 2019 Cuma

zamanın içinde süzülmek ve silinemeyen duygular

Lise dönemimden beri yapmadığım bir şey yapıp blog'da günlük alıntılayacağım, çünkü bazen paylaşılabilir statüdeki yazıları internet mecrasında klavyeyle değil de yatağıma uzanıp el yazısıyla yazmak daha cazip geliyor. Sonra bir akşam (hayır gecenin körü, saat 01.09 ve sabah iş var) günlüğümü karıştırırken 'bunu neden düzenleyip paylaşmayayım ki?' diye kendime soruyor ve salondaki bilgisayarı kapıp yeniden yatağıma dönüyorum. Bu da on beş gün önce yazılmış günlüğümün böyle bir süreçte sanal ortama geçirilmiş hali. Başlıyorum.

"30 Ocak 2019, Çarşamba

Bu biraz uzun bir yazı olsun istiyorum. Saat 23.05, yapacak önemli bir işim yok, ders çalışmam ya da birtakım yoğunluklardan dolayı delirmem gerekmiyor. Üstelik 5-6 gündür de hep yazmak isteyip vakit yaratamıyorum, oturmuşken kalkmayayım (aslında yüz üstü uzanıyorum).

Sevgili günlük, farkında mısın bilmiyorum ama biz birlikte büyüdük. Neredeyse 15 yıldır heyecanlarıma, korkularıma, mutluluklarıma, sabırsızlanmalarıma, hayal kırıklıklarıma, hem başarılarıma hem inançsızlıklarıma, huzursuzluklarıma, yani şu yaşıma kadar hangi duyguları tattıysam hepsine şahit oldun. Çocukluk geldi geçti, upuzun bir ergenlik, sonra büyüme sancıları, bunlar bitti kim olacağım dertleri, hayatla tek başıma nasıl mücadele edeceğimler... Böyle böyle beni aldın 9 yaşından 24'e getirdin. İnanılmaz bir süreç bu, bütün hayatım böyle sayfaların içinde bir yerlerde. Büyüdükçe zaman kesinlikle daha hızlı geçiyor, bunu hep biliyordum ve ne zaman daha da hızlanacak diye merak ediyordum. İçten içe de inanıyordum ki benim hayatım o kadar da hızlanmaz. Şeyim çünkü ben, anlara fazlasıyla odaklanan, böylece kimi zaman zamanı durduran, o anların içine girip her şeyi yavaşlatan bir karakter. 

Orhan Pamuk'un Sessiz Ev'inde vardı hani, Fatma babaanne yavaş hareketleriyle zamanı öylesine uzatıyordu ki, hareketsizliği, sessizliği, donmuş mekana olan özlemi ve ona dair bitmez tükenmez arzusu onu yaşlı ve zamanın içinde süzülen bir insan yapıyordu. Ben zamanın içinde süzülebiliyordum, yani gerçekten, pekala inanarak ve hatırlayarak söylüyorum bunu. Kendi yaşamıma öylesine hakimdim ki zamanı elimde oyuncak olarak kullanabiliyordum. Üç sene öncesine gidebiliyordum, yirmi gün önce ne yaptığımı biliyordum, önceki yılın 21 Haziran'ında nerede olduğumu, ne hissettiğimi, hatta ne giydiğimi bile hatırlıyordum. Çok uzun yıllar geçmişime ve anılarıma büyük değerler vererek yaşadım, tam olarak böyle söylediğimi de biliyorum mesela. Ne kadar saçmalamış olursam olayım, yaptığım her hareketi de yazdığım her cümleyi de zihnimde ya da daha somut yerlerde saklamayı tercih ettim. Bu yüzden de bir sürü defter, koca bir blog, binlerce belki on binlerce forum mesajı, not kağıtları, word dosyaları eskittim. Bir kısmına ulaşabiliyorum, bir kısmı zamanla yok olup gitti.

Bugün bunları neden anlatıyorum? Aslında birkaç gün önce yazsam bahsedeceklerim asla bunlar değildi; arada birtakım farklı hisler tarafından ele geçirildim. Haftasonu vakit yaratıp yazsaydım diyecektim ki, cuma akşamı şarabımı alıp M abinin yanına gittim. Kafam fevkalade karışık ama o kadar güzel sohbet ettik ve geyik yaptık ki senaristliğin zor koşullarını aklıma getirip üzülmek yerine bu tatlı anı kaldı akşamında aklımda. 

Diyecektim ki, artık bir şeylere geç kalmış gibi hissetmediğimi fark ettiğimi söyledim o akşam. Yani ömür hem çok kısa, hem de çok uzun. Çalışmak ve başarmak için her zaman fırsatın ve yaratılacak vaktin var ama hazır değilsen yahut o sırada harekete geçecek motivasyonun ya da şevkin yoksa, kendini zorlamak seni üzmekten başka işe yaramaz. Yazamazken yazmaya çalışmak, ortaya kötü şeyler çıkmasına neden olarak canımı sıkıyor, beni mutsuz ediyor örneğin. Yani su akıp yolunu bulmuyor, mücadele etmek gerekiyor diyorum ama o mücadele etmek zorunda kalma durumunun da bir vakti var. Onun vakti geliyor, sen de akan suya göre yol almak, onu takip etmek zorunda kalıyorsun. Yeni felsefem -böyle bir şey varsa eğer- bir şeylerin demek ki daha zamanı gelmemiş diyerek kendimi zorlamaktan vazgeçmek, serbest bırakmak ve olması gerektiği zaman zaten bunu hissedeceğim demek. Biraz da böyle denemeye çalışalım. 

Neyse, ne diyordum? Haftasonu yazsaydım aşağı yukarı bunları anlatacaktım. M abiyle güzel vakit geçirdik, zorluklardan konuştuk ama dedikodu da yaptık, ben kendimi sadece kendim olarak da yeterli hissetmeyi başarabiliyorum galiba, diyecektim. Sonra birkaç gün geçti, bir şeyler oldu, ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Bu noktada biraz, büyüdükçe hayatıma hakim olabilme yetimin kaybolduğundan ve zamanın çok hızlı geçmesine gerçekten de mani olamadığımdan bahsedeceğim. Konu dağılıyor ama toparlayacağım.

Arkamda çok uzun yıllar birikti. Yani tamam, 80 yaşında değilim ve daha hiçbir şey yaşamadım elbette; ama 13-14 yaşlarıma hakim olmak, şimdikinden çok daha kolaydı. 1) Arkamda daha az yaşanmışlık, daha az tanıdık duygu, daha az insan ve daha az gün vardı. 2) Boş vaktim çok daha fazlaydı. Yemek ve temizlik yapmıyor, bu kadar çok ders çalışmıyor, kendime vakit ayırabiliyordum. 3) Hayatımı ve kendimi çok daha özel görüyor, çocuk aklımla hayatımı o sırada başkalarının gözlerinin üzerimde olduğu fikriyle/hayaliyle yaşayabiliyordum. Yani bir bakıma her şeyi daha az biliyordum. 

Aile evinden ayrılıp üniversiteye başladığımdan beri zaman hiç olmadığı kadar hızlandı. Daha meşgul olunca daha hızlı yaşıyor, farkına varmayı unutuyor, bir an nefes alıp hissetmeyi atlıyorum diye düşünüyorum. Böylece artık değil tarihler; aylar, hatta yıllar ve mekanlar bile karışıyor, flulaşıyor. Bunun farkındayım ve yaşadıklarımı unutmaktan hayli rahatsızım; buna rağmen pek bir şey yapmıyorum. Hayatıma hakim olamamaya ve her şeyi (neredeyse her şeyi) unutmaya devam ediyorum. 

Şimdi bir oyun oynayalım mesela. Geçen sene bugün, bu saatlerde nerede olduğumu, ne yaptığımı, ne hissettiğimi hatırlıyor muyum? Adana'da olmam gerek, ev bakmak için İstanbul'a gelecektik ama 30'u sabahı mı yoksa 31'i sabahı mı geldik hiç hatırlamıyorum. Ne hissettiğimi aşağı yukarı hatırlıyorum ama uzun uzun yazmak istemedim şimdi, uykum gelmeye başladı. Toparlayacağım. 

Son iki aydır yaklaşık, Doktorlar izliyorum. Nasıl ve neden başladığım tam bir muamma, hiç hatırlamıyorum, üstelik yıllar falan da geçmedi üstünden. Altı üstü iki ay önce bir şey yapmaya başlamışım ve nedenini de nasılını da unutmuşum. Herhalde YouTube'da kısa video'lar izliyordum da sınav zamanı sıkıntıdan ve mutsuzluktan tanıdık bir şeyler aradım. (Her yoğun zamanımda bildik ve boş şeyler izlemek beni rahatlatır, sınav zamanlarımda zaten oldukça dolu şeyler okuyup yazıyor olurum, bir de üstüne uyumadan önce Oğuz Atay okumak veya Abbas Kiarostami izlemek istemem. Maalesef Türk dizilerine düşüyorum hep böyle anlarda.) Geçen yıl ve önceki birkaç yıl Poyraz Karayel'i böyle izliyordum güzel sahnelere doğru atlaya atlaya, bir ara Medcezir'e bile düştüm hatta. Neyse, sonra bu Doktorlar meselesi twitter'da Yasemin'in molped reklamını görmemle bildik bir dizi statüsünden çıkıp zamanın lineer akışını algılamamda bir araç haline geldi, zira dizinin şu sıralar izlediğim birinci sezonunun üstünden 12, o meşhur üçüncü sezon ve final zamanının üstündense 10 yıl geçmiş. Nasıl olabiliyor böyle bir şey?

Ben Doktorlar bittiğinde zaten 14 yaşındaydım, şimdi o yaşımın üzerinden de ayrıca 10 yıl geçmiş. Sanki 2014'te gibiyiz. 2009'la 2014 arasında çok uzun yıllar var, koca bir lise hayatı, büyümek olgunlaşmak filan var. 2019'sa ne bileyim, 2014'ten sonra gelen yıl gibi. Bu kadar mı bilinçsiz yaşadım ben o beş yılı ya, arada nasıl beş yıl olabilir? İşin kötüsü, diziye dair 2014 yılında hatırladığım hiçbir şeyi bugün hatırlamadığımı fark edip o beş yılın somutluğunu kavradım. Forumdaki mesajlarıma bakıp hafıza tazeleyeyim istedim, site kapanmış. Dizi-film forumundaki nick'imi hatırlamaya çalıştım, baya da uğraştım, sonra mesajlarımı kurcalayıp  hislendim. 2011 yılında örneğin, finalin üzerinden bin yıl geçmiş gibi davranıyormuşum ve haklıyım bile denebilir, iki yıl 16 yaşında heyecanlı bir ergen için, üstelik hayatını ölçekler ve çetelelerle yaşayan bir ergen için uzun bir zaman. O Nazlı bugünleri görse dehşete düşerdi yüksek ihtimalle.

Çok da uzatmayacağım. Yarın iş var ve son ders seçim dönemim olacak. Forumdaki on bin küsur mesajımın yok olmasına büyük içerledim, hatırlamadığım duygularım tamamen yok olmuş gibi geldi. Hem unutmuşum, hem de kaydım yok, canım sıkıldı. Dizi-film'e de koymuş bulunduğum 'Aşk Dediğin' adlı senaryonun bir kısmını okudum. Ben bile tamamına tahammül edemezken P okuyup bunları şu an wattpad'de yazıyor olsaydın kitabın şimdiye çıkmıştı, yaza da yapımcıyla anlaşmaya gidiyor olurduk dedi. Şaka bir yana, orta sona giden biri için hiç fena olmayan hikaye kurulumları ve cümleler/diyaloglar vesaire. Esas 2011 Eylül ayında yazdığım bölümü bulmayı ÇOK istiyorum. Umuyorum ki evdeki masaüstünde saklıdır yoksa uzun uğraşlar sonucu bulduğum Nalan'a siteyi geri açması için yalvarmak zorunda kalacağım. 

Hayat çok tuhaf valla. Dünyanın en ezik şeyleri de olsa hayatından hiç çıkmaz sandıklarını gün geliyor hatırlamamaya bile başlıyorsun. Ama duygular öyle güçlü şeyler ki, bir kez o şeyler aklına düştü mü aynı hisleri tekrar, aradan geçen on yıl değilmişçesine yaşamaya başlıyorsun. 2009 kışında sete giden site üyelerinin paylaştığı fotoğraflar dün gibi gözlerimin önünde. İnsan bunca saçma anıyı, bunca saçma duyguyu neresine sokar, nasıl olur da bütün yaşanmışlıklar arkasında kalmışken hayatına devam eder bilmiyorum. Sanırım birkaç gün daha ortaokuldaki Nazlı gibi sevdiğim insanlar beni izliyormuşçasına hareket etmeyi, konuşurken onların gözünden kendimi izlemeyi, heyecanla karışık mutlu olmayı sürdüreceğim. 

Bilmiyorum nereye kadar böyle gidecek günlük? Full estetikli suratıyla Yasemin'i -bu kez çocuklarıyla- bu kez İstiklal'de değil de belki Bebek'te, Akmerkez'de ya da Nişantaşı'nda görüp gidip iki kelime eder miyim dersin? Günlerden 28 Mayıs, yıllardan 2019 olur mu dersin? Ben hepsine koca bir hayır diyorum elbette çünkü 14 değil 24 yaşındayım, boş zamanlarımda Doktorlar izlesem de dolu zamanlarımda Nancy Fraser ve Jürgen Habermas okuyorum, hala günlük tutuyorum ve senaryolarımda artık daha gerçekçi karakterler barındırmaya çaba gösteriyorum. Anlayacağın ayaklarım daha bir yere basıyor ama işte 14 yaşındaki Nazlı'nın birtakım duygularını kafamdan silip atamıyorum. Bu yüzden nereye kadar böyle gidecek diye soruyorum. Nereye kadar gideceğiz seninle de böyle her şeyimi bilmeye devam edeceksin? 35'e, 40'a, 50'ye kadar yolu var gibi, bakalım.

Çok iyi geldi yazmak. Zamanı yavaşlatmak için elimden geleni yapacağım ama şimdi uyumalıyım. Saat 00.29, P edebi dilimin şahane olduğunu söylemiş. 2011'de karaladığım senaryonun tamamını bulayım da kendi kendimin yanaklarını sıkayım. 

İyi Geceler Günlük,
nazlıesen"